HALI ALTINA SÜPÜRMEK PROBLEM ÇÖZER Mİ…..?


                                                       




                             HALI ALTINA SÜPÜRMEK PROBLEM ÇÖZER Mİ…..?

            “Şüyu-u vuku-undan beter” deyimi, içinde bir değeri ve hassasiyeti barındırırken,“reklamın iyisi kötüsü olmaz”  duruşu; oportünist bir anlayışı temsil eder. Birde, “yukarı tükürsen bıyık aşağıya tükürsen sakal” diye tanımlanan kontrpiye durumu vardır. Her üç durumda da istenmeyen bir hal ve buna karşı takınılacak tavrın tedirginliği ve belirsizliği vardır. Birinci durum genelde “halının altına süpürme” çözümlemesini gündeme getirir. Bu kestirme yol, çözümden çok, “bekle, gör” kolaycılığının ürünüdür. “Reklamını yapmadan” ama “halı altına da süpürmeden” yapılacak her gayret kıymete değerdir. Gündeme düşen/düşürülen deizm tartışmasında da durum böyledir. Konunun dile getirilmesi, tehlikenin görünür kılınması, birilerinin reklamını yapmak gibi algılansa da bunu dile getirmek, çözüm yolları aramak belki de bizi “yağmurdan sonra şemsiye açma” durumundan kurtaracaktır. “Birileri bundan menfaat devşirir, gençler arasında yeni bir trent oluşur” duyarlılığını önemsemekle beraber, konunun uzmanları, paydaşları ve söz söylemesi gerekenlerin susturulması, “ağzı olanın konuştuğu”,problemlerin daha da kronikleştiği bir ortam hazırlar..

          Deizm, popüler tanımıyla, “Tanrının; yarattığı âleme müdahale etmediği, hayatın akışını koyduğu yasalarla takip ettiği, vahye, peygambere ve dolayısıyla dine gerek duymadığı” bir inanma biçimi olarak tanımlanır. Biz deizmin teolojik tartışmalarını değil, İslam dünyasının, böyle bir tehlike ile yüzleşmek gibi bir derdinin olup olmadığını tartışacağız. Yıllardır “halı altına süpürülen” problemler; ateizm, deizm, nihilizm ve lümpenleşme olarak gün yüzüne çıkmaya başladı. Ağıt yakma ya da görmemezlikten gelme durumu artık işe yaramamakta. Toplumun büyük kesimi felsefi anlamda deizmin ne olduğu ya da neye karşılık geldiği konusunda iki cümle kuramayacaktır ama yaşamakta olduğu modern ve seküler hayat, deist bir dünya görüşüne karşılık geldiği gerçeği unutulmamalı.  Bunu doğuran sebeplerle yüzleşme cesaretini ve samimiyetini göstermez isek, bu problemler bugün komşunun yarın bizim kapımızı çalacaktır.

   Deizmin tarihsel ve teolojik arka planına tutulacak projeksiyon konuyu daha anlaşılır yapacaktır.(1) Her ne kadar deizmin tarihsel sürecini Eski Yunana kadar götürmek mümkün ise de, felsefi anlamda tanımlanması, XVII. yy’da yapılmıştır. Orta çağ Katolik kilisesinin teslis, asli günah, kilisenin yanılmazlığı gibi temel inanç esasları ile kutsal kitabın teolojik problemleri dini ve felsefi bir araştırmayı hep gerekli kılmış fakat XVI. yy kadar kilise ağır baskılarla bunu engellemiştir. “Mızrağın çuvala sığmama” durumu, Protestan hareketlerin filizlenmesine sebep olmuş, bu kıvılcım önce reformu sonra Rönesans’ı tetiklemiştir. Kilisenin akla karşı katı ve dogmatik duruşu yeni sürecin aktörlerini, aklı önceleyen, onu her şeyin ölçüsü yapan bir zihinle süreci;  materyalizmin ve pozitivizmin acımasız, merhametsiz, kontrolsüz aklına teslim etmesi, “sana bir tokat vurana diğer yüzünü çevir” diyen Hz. İsa’nın merhamet dinini,“insanı insanın kurdu” yapan anlayışa dönüştürdü. Dinin sosyal hayattan kalkmasına; ne “kutsal kitabın artık herkesçe anlaşılabilir olması”, ne de “dinin, din adamı sınıfının elinden kurtarılması”(Protestanlar böyle diyordu) engel olabilmişti. Artık din, sadece vicdanları rahatlatan bir terapi, Kilise ise, nikah ve cenaze törenlerini icra eden sembolik bir kurumdu.

        Deizm, böyle bir zihnin ve toplumsal şartların içinde felsefi altyapısını oluşturdu. Deizm, Ortaçağ kilisesinin yüzyıllarca din adına yaptığı baskı ve işlediği zulümlerin rövanşını, Tanrıyı göğe çıkarıp, hükümranlığına el koyarak aldı. “Koymuş olduğu yasalar o kadar mükemmel ki, müdahale etmesi, vahiy ve peygamber göndermesi hâşâ, “Tanrının mükemmelliğine gölge düşürür” süslemesini (takdis)de ihmal etmedi. Fakat bu durum şişede durduğu gibi durmayarak, Kilisenin “ceberrut” tanrısından boşalan yeryüzü hâkimiyeti, binlerce sahte tanrı tarafından dolduruldu. Artık zulüm ve cinayetler tanrı adına değil, “mutlu azınlığın” rahatı ve iktidarı için işlenecekti. “ İnsanı insanın kurdu” yapan rekabet piyasası her şeyi “güçlü insan” adına meşru görerek, güçsüzleri  “doğal seleksiyon” potasında eritecek, hak ve adaletin ölçüsünü güçlülere göre yeniden tanımlayacaktı.

         17.yy’dan itibaren İslam dünyası(Osmanlı)artık sanayileşen Batı ile rekabet edemez duruma gelmiş, fetih hareketleri durmuş, toprak kaybetmeye başlamıştı. Osmanlı’nın son döneminde Avrupa’ya giden, sürgüne gönderilen aydınlar, kendi kültürünü tanımadan tanıştıkları Batı kültürüne olan platonik aşkı, cumhuriyetle izdivaca dönüşmüştü. Sürecin başında “Batının teknolojisini alacak, ahlakını almayacaklardı.” Fakat Batının ahlaki zemini üzerinden gelişen teknolojiyi, ahlakından soyutlanarak transfer etmek mümkün olmadı. Daha ilk dönemlerde bunun oluşturacağı inançsızlık problemleri bazı alimler tarafından (Said-i Nursi,Şehberderzade, İzmirli İsmail Hakkı,Said Halim Paşa  vs.) gündeme getirilmişti ama buna kulak asan olmadı. Artık “ahlakı kalsın, teknolojisini alalım” iddiasını dile getirmek bile gericilik ve yobazlıktı. Bu süreçte kavramlar, sekülerizmin elinde yeniden kurgulanmış, hayırlı olanın ne olduğu konusunda insan ve insanlık,  çarpıklığa mahkûm olmuş, hamda ve Rabbin rızasına vesile olacak bilgi (Batıda olduğu gibi), gurur ve tuğyanın aracı olmuştu.

        Bu tarihsel süreç anlatısından sonra asıl konumuza dönelim.. Deizm, neden birden gündemimize oturdu? Bu tehlikeden haberdar mıydık? Öncelikle şunu samimiyetle ifade etmeliyiz ki, bu beklenmedik bir şey değildi, şaşkınlığımız klasik tepkimizdi.“Rüzgâr ekilen yerden fırtınanın gelme” olasılığını iyi biliriz.Ve her defasında “aa.. Nerden çıktı bu? ” numarasını da yaparız..Çözüm gibi bir derdimiz varsa,öncelikle ağıt yakmayı bırakıp, gerçekten böyle bir tehlike var mı, bundan rahatsız mıyız, çözüm konusunda  kararlılık gösterebilecek miyiz ve en önemlisi biz sağlam bir İslam anlayışıyla yüzleşmeye hazır mıyız? Sorularının cevabını bulmalıyız..

       Deizm, Batıda çıkarak neşvünema bulan, cenneti yeryüzüne indirip, tanrıyı göğe hapseden, O’ndan boşalan yere insanı hükümran kılan bir hayat tarzı olduğu tespitini yapmıştık. Modernizm ve onun ürettiği deizm, ateizm, nihilizm gibi anlayışlar sonuç itibari ile dünya ile kurulan ilişki biçiminin sonuçları, ithal ettiği modernizm ise ona dünya egemenliğinin kapılarını aralayan en önemli bir stratejidir. Bu süreçte küreselleşen dünyada artık her şey ırk, din, sınır ayrımı yapmadan onun emrine amade olur ve bu ölçüler içerisinde sizin İslamcı olmanızın da tekasüre katkısı olduğu müddetçe zararı yoktur. Bunun tevhidinizi bozup bozmayacağı onun problemi değil, sizin probleminizdir.Bunu problem olarak görüp görmediğimiz bizim aşağıdaki sorulara vereceğimiz cevapların yönünü de belirleyecektir..

         Cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan süreçte devletin, din eğitimi ve dine ait her şeyi yasağa ve kovuşturmaya tabi tutması, Batının eğitim, hukuk ve toplumsal sistemini olduğu gibi transfer etmesi,  kutsalı olmayan, dine negatif bakan,  halkını düşman gören bir aydın tipi yetiştirmiş, bunun dışında kalan halkı ise merdiven altı dindarlığa mahkûm edilmişti. Tarikatlar ve cemaatler(istisnaları olabilir), seküler hayatta sığınak arayanlara,( varoluşlarının gereği) güvenli bir liman olacağına, onları hurafelerin ve mitolojilerin batağına sürükleyerek, onların sırtından rant devşirdi. Bu durum İslam düşüncesinin gelişerek, dünyaya alternatif olmasının önüne set çekerken, dini; hurafe ve kocakarı hikâyeleriyle, problem çözen değil, problemin kaynağı yaptı. Yeni neslin ana babası ile aynı dili konuşamamasının sebeplerini buralarda aramak gerek. Ailenin din adına anlattıkları kulaktan dolma bilgiler, çocuğun okulda öğrendiği pozitivist bilgilerle hep çelişti. Ama ailelerin de kabul ettiği, “okul en doğruyu öğretir” mottosu, tercihin yönünü belirledi. Kıza başörtüsü taktırabilmek, oğlana namaz kıldırabilmek din adına yeterli sayıldı. Dar fıkıh kalıplarıyla hayatın dışına itilen dindarlığın insanlara öğrettiği en önemli şey, “sabır ve şükür” oldu. Böyle bir din anlayışı ile yüzleşmeye hazır mıyız?

         İslamcıların yıllarca uzak tutulduğu devlet kapısı, seksenli yıllardan itibaren kısmi de olsa açılmaya başlaması süreci ile İHL’lerin kurulması ciddi kazanım ve özgüven vesilesi oldu. Bu kazanımların 28 Şubatta ezilmeye çalışılması mağduriyeti ve mazlumiyeti de yanına katarak İslamcıların tek başına iktidara yürümesine zemin hazırladı. Yaşanan yeni süreçte, modernizmin güçlü rüzgarına karşı, İslamcıların, “İslami bir birikim ve ideali var mı” sorunuyla yüzleşmeyi ertelemesi,“Mücahitler müteahhit oldular” klişesini birçok defa haklı çıkardı. Bu tür ahlaki yozlaşmaları hazırlayan problemlerle yüzleşmek yerine, “timsah gözyaşları dökmek” duruşu bizim,“deistte olsa inanıyor” ya da“ateist olsa daha mı iyiydi” ye fit olduğumuz gerçeği ile karşı karşıya bırakıyor. Bununla yüzleşmeye hazır mıyız?

       Batının yaşadığı tarihsel süreç deizmi nasıl ortaya çıkardıysa aynı süreci yaşayan/yaşattırılan toplumlarda bu tehlike olasılığı hep var olacağı gerçeği, kilisenin ürettiği din anlayışının iyi tahlil edilmesini gerekli kılıyor. Evet, bizde kilise yok ama sorgulanamaz, yaklaşılamaz, şeyhler, hocaefendiler ve onların ürettiği mitolojik din anlayışı, yine aynı grupların siyasetle olan kirli ilişkileri gibi reel bir durum var. Osmanlıdan bu yana iktidarların, cemaatlerin toplum üzerindeki etkilerini kullanmak amacıyla kurduğu “çıkar ilişkisi” bu mihraklara güç ve meşruiyet kazandırdı. Bu “güç sarhoşluğu” bazen yönetimi ele geçirme veya “ayar verme” durumuna kadar gitti. Hakkı ve adaleti koruyup gözetecek STK ve cemaatlerin, güce yaslanarak din adına işledikleri zulümler, eline geçirdikleri güçle diğerlerini bertaraf etme adına ürettiği bilgi kirliliği, ötekileştirme, tekfircilik, kendilerine de, dine de zarar verdi. Adam yetiştirmek yerine kendilerine “kurşun asker” yetiştirme, dine değil, kendine çağırma, birilerinin adamı olmanın dayanılamaz çekiciliği, liyakatsizliğe ve kalitesizliğe ortam hazırladı. “Benim olsun gerisi önemli değil” anlayışının sonucu FETÖ’de yaşandı.. Okullarına devşirdikleri zeki çocuklarla dini bilmeyen  dindar nesille(!) devleti ele geçirerek, halkı laik devletin zulmünden kurtaracaklardı(!) Ama 15 Temmuzdan geriye kalan, dinin ve dini kavramların hunharca kullanıldığı büyük bir enkazdı. “Bu enkazın altında mı kalacağız yoksa devleti ele geçirmek yerine, yürekleri ele geçirecek adaletli ve merhametli bir davranış biçimine mi sahip olacağız?”sorusunu önemli yapıyor.

         Yüreğinde devlet kuramayanların devlet kurma girişimi sadece bunlarla da sınırlı değildi. Şeriat getirmek için insanları katleden, dünyanın neresinde cihat varsa oraya koşan, ganimet, cariye, huri derken ölüm makinelerine dönüşen“ithal mücahitler” hangi kültür ikliminde yetişti? Oyunun dışına itilen gençler değil miydi bunlar? “Şahit” olmadan, şehit olunamayacağını öğretemediğimiz gençlerdi bunlar. Gençlere “merhamet etmeyene merhamet edilmeyeceğini” öğretebilecek miyiz..?

        Piyasadaki din anlayışlarının hatalarını gören ama çıkış noktasını tepkisellik üzerine oturtan bir başka anlayış da, aklı her şeyin öncüsü yaparak tüm dini kavramları bu süzgeçten geçiren, buna takılan her şeyi (Peygamber dâhil)süpüren, tüm geleneği dogma görerek karşısına alan düşünme biçimiydi. Oysa metafizik alanı bile aklın konusu yapan, dinin her alanın tartışmaya açan bir anlayışın, sekülerizmin ve rasyonalizmin değirmenine su taşıyacağı gerçeği unutuluyordu. Konumunu karşı tarafın yanlışları üzerine temellendiren bu akılcı/ tepkisel hareket kendini, Protestanlığı rasyonalizmin ağına düşüren tehlikeden kurtarabilecek, insanlara güven verebilecek miydi?

        Deizm tartışmasının İHL’ ler üzerinden başlaması belki bir algı operasyonu belki de “İHL’ lerde bile durum böyle” anlamında bir durum tespiti. Bu savın varlığı ya da yokluğu tartışılacaksa öncelikle, problem çözen, düşünce üreten bir zihin yerine; yasak üreten, dini metinleri anlamadan ezberleten bir din anlayışının hayattaki karşılığı gözden geçirilmeli. Gençler,  ailelerin ve toplumun idealize ettiği hayata uzanabilmek için öğrenmek zorunda kaldığı kültür dersleriyle, hayalleri ile arasına giren mesleki derslerinin oluşturduğu ikilem, nefret ve travma olarak geri dönmekte. Bizim hayallerimizi süsleyen dindar doktor ve mühendis yetiştirme ideali nice ikiyüzlülüklere, nefretlere kapı aralarken, gencin namaz kılması, başını örtmesi kişilikli bir insan olmasına yeter mi acaba?  Kalbine ve zihnine dokunamayan bir din, onu deizm veya diğer tehlikelerin kucağına düşmekten koruyabilir mi? Yoksa kapitalist patronların “namaz kılan” mühendisleri ya da hastalık üreten yaşam tarzının ilaç yazan “örtülü” doktorları olması dindarlık adına bizi mutlu etmeye yeter mi?

        Olaya sadece İHL’ler üzerinden yaklaşmak olayı ajite etmekten başka bir şeye yaramaz..Din bir anlatı değil, yaşam biçimidir ve bunu çocuklar ilk defa ailede tecrübe eder. Ve dolayısıyla ailelerin dinle olan ilişkilerinin “mış gibi” dindarlığı geçmemesi, problem çözmek yerine yasak üretmesi, gençlerin din ile olan ilişkisini başlamadan bitirir. Aile ve toplumun değer yargısında; çok kazananın, dürüst insana tercih edilmesi, başarının notla ölçülmesi, “adam olmanın” toplumsal statü ile eş anlamlı hale gelmesi, dini ikinci plana iterken, ikiyüzlülüğü/fırsatçılığı normalleştirmekte. “Namus karın doyurmuyor” anlayışı her türlü ahlaksızlığı meşru yaparken,“gençler niye böyle oldu” teraneleri laf-ı güzaf olmanın ilerisine gidecek mi?

        Gençliğin hedefine koyduğu, benzemeye çalıştığı, hayalini kurduğu bir dünya var. Bu dünya izlediği dizilerle, takip ettiği sanal âlemle, dinlediği müzikle, yaşadığı sosyal ortamla her gün idealize edilmekte. Dinin, bir hayat tarzı olması yerine, sadece öbür dünyaya karışan, ibadet işleri ile ilgilenen bir inanç olarak algılanması dini hayattan sökerek, sekülerizmin kucağına itmekte. Ulûhiyyet ve rububiyyet ontolojik alan kadar ahlaki alana yansımadığı müddetçe, yaşanan bu travmalara içerik üretecek din; namazı, orucu bozan şeyleri tartışıp; hak, adalet, ahlak, dürüstlük konusunda sessiz kalacaktır.

           Her gün yüzleşmek zorunda kaldığımız bu ve buna benzer sorulara cevap mı bulacağız yoksa “halının altına süpürmeye devam mı edeceğiz” sorunu bizi, tevhidi bir hayatla yüzleşmek ya da deizmin kucağına oturmak konusundaki tercihimizi belirleyecektir. Bunlar tartışılmadığı sürece kapitalizmin ışıltılı dünyasına sakal ve başörtüsüyle dâhil olma dindarlık olarak algılanacaktır. “Çağın değerleri içinde çağa alternatif olmak gibi ham bir hayalin peşinde koşmak yerine kendi değerleri içinde kendi çağını oluşturmak gerekir. Çağın mantık örgüsünden uzaklaşılmadığı müddetçe din sadece ikiyüzlülük ve pragmatizm üretir.” (İ.ÖZEL)  Rekabet, adam harcama, yığma, yağma, lüks yaşama üzerine kurulan bir dünyada Müslümanların hayata bakışı bunlardan farklı bir anlayış oluşturmuyorsa deizmin, ateizmin vs. tartışılmasının fazlaca bir önemi yoktur. İlerleme/modernleşme aldatmacasının ana dayanağı olan “nitelik ve nicelik” kavramlarının materyalizme hizmet edecek şekilde kurgulandığı bir süreçte, problemleri bunun dışında tartışmak “havanda su dövmenin” ötesine geçmeyecektir.(30.04.2018-Veli KURT)

1- http://evrenseldusunce1.blogspot.com.tr/2016/12/cozulme-ya-da-toparlanmanin.html

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GADRE UĞRAYAN KADİR..!

FIRAT’IN SUYU SOĞUK AKAR