KUR'AN KISSALARINI SİYERLE OKUMAK


 

SİYER NASIL OKUNMALI?

Haşlanmış kurbağa sendromunu çoğumuz bilir. Deneyde kaynar suya atılan kurbağaların sıçrayarak kendilerini suyun dışına attığı, yavaş yavaş kaynayan suyun içerisindeki kurbağaların ise hiçbir tepki vermeyerek haşlandığı gözlemlenmiş. “Alışmak” bu kadar tehlikelidir. İnsanı varlık sebebinden uzaklaştıran ahlaki problemlerin çoğunun topluma yerleşmesi tıpkı haşlanan kurbağanın durumu gibi alıştıra alıştıra olur ki fark edildiğinde artık direnmeye mecal kalmamıştır. Dün büyük tepkiler verilen şeylere bugün sessiz kalınışın sebebi de budur. Hz. Peygamber, Mekke’de yaşanan kokuşmuşluğa alışmak ve onun parçası olmak istemiyordu. Bu sebeple Hira’ya sığınmıştı ama şimdi de “Münzevileşmekten” korkuyordu. Toplumundaki Hanifler de alışmamak ve pisliğe bulaşmamak için toplumdan uzaklaşmışlardı ama bunun bir çözüm olmadığını ortadaydı. Mekke’de onca zulüm ve adaletsizlik işlenirken “kaçmak” çare değildi. Şehre dönmeliydi. Aylar, yıllar süren çaresizlik hali Cebrail’in gelmesiyle umuda dönüşecekti. Rabbi ona, “Ey Muhammed, toplumunun hastalığını sen teşhis ettin, tedavisini biz sunacağız.” diyecekti; “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla.” emriyle.

Şehre dönmüş ve toplumunu zulmün karanlığından adaletin aydınlığına çıkarmak için tam 23 yıl sabırla mücadele vermişti. Tarihçilerin adına “asrısaadet” diyeceği büyük değişimin yankısı yalnızca Arabistan’da değil tüm dünyada hissedilecekti. Şimdi soru şuydu: Böylesine büyük değişimin ana unsuru olan Kur’an ve onun pratiği olan Sünnet varlığına rağmen İslam âlemini içinde bulunduğu sefaletten, kültürel ve ahlaki yozlaşmadan neden koruyamıyordu? Oysa ikisine de tazim ve hürmette kusur edilmiyordu. Kur’an’ı yol gösterici, Hz. Peygamberi de pratik uygulayıcı olarak görüp ikisi birlikte okunmadığı sürece problemler var olmaya devam edecek ve bu yanlış ilişki, Kur’an’ı “ölü” kitabına, Hz. Peygamberler de “ulaşılamaz” varlığa dönüştürecektir. Bugün yeryüzünde en çok basılan ve okunan kitabın Kur’an olmasına rağmen “yol göstericiliğinin” ve yaklaşık yüz elli milyon kişi Muhammed adını taşımasına rağmen “Muhammedî örnekliğin” olmaması başka nasıl bir açılanabilir ki?  Biz bu yazımızda siyerin Kur’an’dan bağımsız okunmasını ve bu problemli okuyuşun ortaya çıkardığı sünnet anlayışını biraz daha yakından tanımaya çalışacağız. 

Biliyoruz ve inanıyoruz ki Allahu Teala insanı başıboş bırakmamış, ilk insanla birlikte vahiyler ve onun hem tebliğcisi hem de pratik uygulayıcısı olan peygamberler göndermiştir. Her birinin anlattığı ilkeler ve verdiği mücadeleler birbirinin tamamlayıcısı ve devamı niteliğindedir. Bu normaldir çünkü insan ruhunda taşıdığı; sevgi, nefret, bencillik, cömertlik, tevazu, kibir gibi olumlu ve olumsuz hasletler hep aynı kalır. Bu yüzdendir ki haset ve kıskançlık yüzünden kardeşini öldüren Kabil, zalim ve zorba uygulamalarıyla Firavun, dini zalimlere peşkeş çekerek bundan nemalanan Bel’am, insanlık tarihinin tek olumsuz örnekleri olmadıkları gibi, “Sen beni öldürmeye kalksan da ben sana elimi kaldırmayacağım” diyen Habil, kendini sunan kadına “Ben Allah’tan korkarım.” diyerek zindanı tercih eden Yusuf da tek örnek değildir. Sahne değişse de İblisle Âdemoğlunun kıyamete kadar sürdüreceği hakla batılın savaşı devam edecek ve dolayısıyla Hz. Âdem gibi torunlarının da “yasak meyveleri” hep olacak ve tüm nimetlere rağmen “yasak meyvenin” etrafında dolaşıp duracaklar. Bu zaaf insanın imtihanıdır ve bunu tahkim edebildiği ölçüde “adam oluşa” yaklaşacaktır tıpkı atası Âdem gibi. Bu bağlamda Kur’an kıssaları, yasak meyvelerin cazibesine kapılıp dünyasını ve ahiretini karartanlarla, sonsuzluk yurdunun esenlik çağrısına kulak vererek zaaflarını tahkim edenlerin hikâyeleridir ve bu yönüyle âdemoğlunun “adam olma” gayretine rehberlik eder. Dolayısıyla Kur’an’da anlatılanlar “geçmişin masalları” değil, “adam oluşun” hikâyeleridir.

Kur’an kıssalarının birbirinin devamı olan peygamberlerin kendisinden sonrakilere tecrübe aktarımları olduğunu kabul etmek ve siyer okumalarını bu minval üzerinden okumak gerektiğinin altını bir kez daha çizelim. Dolayısıyla Hz. Muhammed, 500’lü yıllarda Arabistan’da yaşamış ve tarihte büyük bir değişime yön vermiş büyük bir tarihi kahraman değildir sadece. O, insanlık tarihinin başlangıcı olan Hz. Âdem’den başlayarak devam edegelen tevhid mücadelesinin öncüleri olan peygamberler silsilesinin son halkasıdır. “De ki, ben türedi bir peygamber değilim.” (Ahkaf, 9) ifadesi, Hz. Peygamberin yaptığı her işte, söylediği her sözde mutlaka geçmiş peygamberlerin izlerinin olduğu ve devamı için bu izlerin mutlaka takip edilmesi gerektiğini bildirir.

Kıssalar yola koyulanlar için "Yol hikayeleridir." ve ancak yola çıkanlar anlayacaktır anlatılanların asıl maksadını. Hz. Peygamber yola çıkmıştır ve yoluna aydınlık olacak yol işaretleri de inmeye başlamıştır. Kur’an’ın ilk anlattığı kıssalardan biri olan "bahçe sahipleri" kıssası, ürünlerini kimseye vermeden toplamak isteyen üç kardeşin hikâyesidir. İki kardeş bu kararı alırken ortancaları sessiz kalmıştır. Allahu Teâlâ ise sessiz kalanı istisna tutmamış onun ürününü de diğer kardeşlerin ürünleriyle birlikte yok etmiştir. Anlatıldığı dönemde kıssa Velid b. Muğire gibi mülkle yanlış ilişki kuranlara seslenmiş olsa da verilen mesaj evrenseldir. Mülk, birilerinin elinde biriktiğinde başkaları açıkta kalır ve bu büyük bir zulme dönüşür. Bu zulme sessiz kalmak ise aynı derecede zulümdür. Kıssayı okuyan sahabe, mülkü elinde tutarak halka zulmedenleri ve bu zulme sessiz kalarak bu zulme destek olanları biliyordu. Kıssa, siyerle birlikte okunduğunda Velid b. Muğire ve bugünkü karşılıkları tanınmış olacak ve onlarla mücadele etmeyenlerin sessizlikleriyle “zulme rıza” gösterdikleri daha iyi anlaşılacaktı.

Yunus kıssası ise Mekke’de herkesin sevgilisi olan Hz. Muhammed’in hak ve hakikati söylemeye başladığında en yakın akrabaları dâhil birçok kişinin hedefi haline gelişinin hemen akabinde anlatılır. Onun yaşadığı problemleri Hz. Yunus da yaşamış ve o bunlara dayanamayarak memleketini Rabbinden izinsiz olarak terk etmişti. Rabbi Hz. Yunus’u önce denize attırmış sonra memleketine geri göndermişti. Baskı, işkence ve iftiranın hayatlarının bir parçası olduğu, ümitsizliğin ve karamsarlığın zirve yaptığı bir süreçte Hz. Yunus’un hatası hatırlatılarak, “Sakın Yunus gibi olmayın.” uyarısı ile tevhidi mücadelenin yol haritası çizilmişti. Bu harita kıyamete kadar kesin ve netti: Kimse İslami mücadelenin yöntem ve amacını kendisi belirleyemezdi. Müslümana düşen görev ise, hidayetin yalnızca Allah’tan olduğu bilinciyle sabırla mücadelesini sürdürmekti.

Hz. Yusuf’un hikâyesi, Hz. Peygamberin yüzyıllar öncesinde yaşanmış haliydi adeta.  Peygamberimiz en büyük destekçisi Ebu Talip ve Hz. Hatice’yi kaybetmenin derin hüznünü yaşıyordu surenin indiğinde. Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed’in öldürülmesi ya da sürgün edilmesi konusunda ittifak halindeydiler ve bunu yapmalarının önünde artık hiçbir engel yoktu. Böyle bir süreçte anlatılan Yusuf kıssası sunduğu bakış açısıyla Müslümanlara moral ve motivasyon yüklemişti. Kuyunun dibinden Mısır yönetiminin en tepesine giden yol, Yusuf dâhil kimsenin tahayyül bile edemediği bir şeydi ama olmuştu. Kıssa; kuyudan zirveye çıkışın ve orada geçmişi unutmayışın hikâyesiydi. Hz. Yusuf nimetin yokluğunu da çokluğunu da en üst düzeyde yaşamış ama o sabırlı ve ilkesel duruşunu hiçbir zaman kaybetmemişti. O, nimeti verenin de alanın da Allah olduğunu biliyor ve onun rızasını kazanmayı her şeyin üstünde görüyordu. Gömleğinin “önünden değil de arkasından yırtılmasının” sebebi de bu rızayı kaybetme korkusuydu. Ve kendisini kuyuya atan kardeşlerine karşı takındığı muhteşem tavır. Yüzyıllar sonra tarih tekerrür ediyordu. Mekke fethedilmiş Mekkeli müşrikler kendisini sürgün ettikleri Muhammed’in kendileri için vereceği kararı beklemekteydiler, Yusuf’un kardeşlerinin Hz. Yusuf karşısında boynu bükük bekleyişleri gibi. Onlara Yusuf gibi seslenecekti Hz. Peygamber: “Bugün sizi kınama yok! Umarım ki Allah sizi bağışlar. O merhametlilerin merhametlisidir!” (Yusuf, 92) Bu sesleniş, Kur’an kıssalarının masal değil, İslami mücadelelerin yol rehberleri olduğunun mesajıydı. Yusuf kıssası sadece kuyudan zirveye çıkış değil, zirveden kuyuya düşmemeyi de öğretiyordu ve Hz. Peygamber gerekli mesajı almıştı.       

Kıssalar, Hz. Peygambere ve Müslümanlara yol ve yöntem gösterip onları sabırla mücadeleye teşvik etmenin yanı sıra düşmana da korku salar. Mekkeliler Hz. Salih’i, yaşadığı coğrafyayı ve hikâyesini biliyorlardı. Hz. Salih’in kavmi Semudlular çölün zorlu şartlarına rağmen Allah onlara büyük nimetler sunmuştu ama bu onların şükrünü değil zulmünü artırmıştı. Acımasız bir kavim olmuşlar ve yeryüzünde fitne çıkarmaya başlamışlardı. O kadar zorba bir toplum olmuşlardı ki, “Onu kendi hâline bırakın, Allah'ın arzında yesin içsin.” (Hud, 64) denilerek kendilerine verilen deveyle yeryüzünü paylaşamamışlar ve onu hunharca katletmişlerdi. İnsanoğlu böyleydi. Kendisine dünyalar verilir ama o dünyasından kimseye bir şey koklatmazdı. Allah’ın arzında, “Allah’ın devesini” katledenlerinin cezasından onları kayaların üzerine kurdukları sağlam yapılar bile kurtaramamıştı. Kıssa, Mekkelilere, “Çölde Kâbe ile sizi de rızıklandırdık ama siz azdınız.” derken, insanlığa da, “Yeryüzünde tüm canlıların yaşam hakkı vardır. Buna el uzatırsanız sonunuz Semudlular gibi olur ve sizi gökdelenleriniz, depremlere dayanıklı yapılarınız, teknolojik icatlarınız dahi kurtaramaz.” uyarısında bulunuyordu.    

Müslümanlar Medine’ye hicret etmişlerdi ama Mekkelilerin düşmanca tavrı hala sürmekteydi. Bu durumdan bunalan Müslümanların cihad isteğine Allahu Teala, Tâlût ve Câlût kıssasını anlatarak cevap verecekti. İsrailoğulları da Câlût’un zulmünden bunalmış ve cihad izni istemişlerdi ama cihad emri gelince ayak sürümeye başlamışlardı. Kıssa, Müslümanlara “Sakın ha, onlar gibi olmayın.” derken, Câlût’un zulmüne karşı kendilerine gönderilen Tâlût’u beğenmeyip, “Madem peygamber gelecekti niye Mekke’nin zenginlerinden birine gelmedi.” diyen Mekkeli müşrikleri ve Medine’de bir peygamber beklerken gönderilen peygamberin Arap olmasına kızıp onun karşısına geçen Yahudileri de uyarıyordu. Zaferi ırkına, mezhebine, meşrebine hasredenler bu kıssayı iyi okumalıdır. Talut’un “Karşınıza çıkacak olan nehirden bir avuç sudan daha fazla içmeyin.” emrine rağmen nehirden kana kana içip, orduyu yarı yolda bırakanlarla, Uhud savaşında ordunun kervan basmaya değil savaş yapmaya gittiğini anlayarak orduyu terk edenler aynı “dünyevileşme” batağına saplandığı unutulmamalı. Dolayısıyla bugün dünyanın gözü önünden insanlık dışı bir katliam gerçekleştirilirken “reel politiğin” arkasına saklananlar, İsrail’in ekonomik, siyasi, askeri, teknolojik, enformatik kuşatmasını kıramayıp sessiz kalanlar ya da açıkça bu zulme destek verenler aynı bataklığın içinde debelenmektedir. İsrail’e karşı yapılan BOYKOT çağrılarını bile uygulamayı beceremeyen İslam dünyası, Tâlût’un dünyevi kuşatılmışlığa karşı askerlerine verdiği “Önünüze çıkan nehirden bir avuçtan fazla içmeyeceksiniz.” emrinin muhatabı olduklarını unutmamalı. Kıssa, Tâlût’un dünyevileşme tuzağına düşmeyen bir avuç askeriyle; sayıya, teknolojik üstünlüğe, matematiksel ve istatiksel verilere tapanların hesabını ters yüz ederek ulaştığı zaferi haber verirken, “sudan kana kana içenlerin” Calut’un zulmünü “kader” olarak yaşamaya devam edeceğini anlatıyordu.

Vahiyle bağlantısı kopmuş siyer okumalarının oluşturduğu bir başka tehlike ise sürecin bozduğu sünnet anlayışıdır. En başta da belirttiğimiz gibi peygamberler birer modeldir. Ortaya koydukları örneklikler kenara itildiğinde ya da Kur'anî bütünlük içerisinde okunmadığında peygamberler, ya “efsanevi kimliklere” ya da güzergâhını kendimizin belirlediği yaşamlara referans olan kişiliklere dönüşür. Her iki durumda da “Onda sizin için güzel örnekler vardır, o neyi emrettiyse alın neyi de yasakladıysa sakının.” çizgisinin dışına çıkılmıştır. Eksik ya da yanlış anlayışların oluşturduğu peygamber anlayışı bireyi, “hayata dokunan” din anlayışından uzaklaştırarak “şekilci din” anlayışına yöneltir. Bu anlayış o kadar sinsice nüfuz eder ki, “Sünnetin dindeki yeri nedir?” diye sorulduğunda “yaparsan sevap, yapmadığında ise her hangi bir yaptırımı yoktur.” tariflerini yaptuırır. Bugün sünnet denildiğinde; “misvak kullanmak, sakal bırakmak, koku sürmek, oturarak su içmek” gibi davranışları aklımıza gelirken, değişimin ayak sesleri olan; “zulme karşı tavizsiz duruşu, lüks bir yaşam yerine sadeliği tercih edişi, haksızlığa tahammülsüzlüğü, adalete olan bağlılığıyla” ilgili örnekler gelmemesi başka nasıl açıklanabilir ki? Oysa sünnet, Hz. Peygamberin 23 yıllık mücadelesiyle ümmetine bıraktığı “yoldur”. O, bir inkılap gerçekleştirmiştir ve bu inkılabın kıyamete kadar sürmesi için davranış ilkelerini (sünnet) geleceğe miras bırakmıştır. Dolayısıyla,Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” ayeti, sadece uhrevi hayata dair birtakım ritüelleri değil, toplumsal hayata dair uygulamaları da kapsamaktadır. “Göstermelik peygamber sevgisi” ya da "sünnet" diyerek bir takım bireysel uygulamalara sahip çıkılırken, toplumu değiştiren uygulamalarının hatırlanmaması, Hz. Peygambere ve dine atılan kocaman bir iftiradır. Bugün İslam kelimesinin önüne ya da arkasına; kapitalist, liberal, feminist gibi ekler getiriliyor ve problemlere çözümler İslam dışı ideolojilerde aranıyorsa; Müslümanlar, Kur’an ve sünnet anlayışını sorgulamak zorundadır. Zira insanlık hem kendini hem de dünyayı çılgınca tüketmektedir ve bunun karşısında durabilecek şey sadece İslam’dır ama bu cümle bir slogan olmaktan çıkarılıp ete kemiğe büründürülmelidir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

“Amentü”… Ama neye?..

Modern dünyada müslüman kalmak..