AHLAKIN ARAÇSALLAŞTIRILMASI

  
                                     

     


 AHLAKIN ARAÇSALLAŞTIRILMASI


        Ahlak, insanın kendisiyle, diğer insanlarla ve varlıkla kuracağı ilişkinin temellerini oluşturan değerler sistemi olarak tarif edilmektedir. Ahlaki yargıların temelinde evrenselleşmiş birçok ilkenin olması ise onun bir sistem kurucu tarafından planlandığını, işlerin rastgele yürümediğini gösterir. Dolayısıyla, "ahlakın kaynağı, insanın yaratılıştan getirdiği fıtri duygulardır" dediğimizde yanlış birşey söylenmiş olmayız. Ahlak kelimesinin hulk/ “yaratılıştan / tabiat” kelimesinden türemiş olması da bunun bir göstergesidir. Bu durum, yaratılışa uygun olan, yaratıcının planına da uygundur anlamına gelir ki, bu bireyi de, bireyin ilişki kurduğu tüm varlığı da koruma şemsiyesinin altına alınması demektir. Böylece varlığın geleceği farkına bile varmadan yaratıcı tarafından korunma altına alınmış olur. Ahlaki davranışlar, bütün aksi öğreti ve yönelimlere rağmen fıtrattaki bu iyilik tohumları her an toprağı delip çıkmaya hazır tohumlar gibi müsait ortamı bekler. Kışın dondurucu ayazında elbisesini üşüyen birine giydiren insanın tüm soğuğa rağmen içini ısıtan duygu başka nasıl açıklanabilir? Ya da kendi ihtiyacına rağmen ona kendisinden daha fazla ihtiyaç olduğunu gördüğü bir şeyi diğerine verebilmenin verdiği iç huzur. Kendi ihtiyaç ve arzularının tatmininden daha fazla alınan bu haz, ruhu tatmin etmiş olmanın derin huzurudur. Bu tohumlar yeryüzüne ekildikçe insan daha “insan” diğer canlılar ise daha emin olacaktır.

   Yazının konusu ahlak olmakla beraber vurgulamaya çalıştığımız şey bu olmayacak. Ahlak bilindiği üzere; doğruluğu, adaleti, emin olmayı, şefkati, merhameti, barışı… vs içine alan çatı bir kavramdır. Saydığımız bu davranış biçimlerinin hangi zaman ve durumda, ne amaçla kullanıldığı bu davranışı ahlaka/erdeme dönüştürür. Bu durumun tespiti yapılmadıkça ahlak, araçsallaşır ve içi boşalır. Yani yukarıda saydığımız değerlerden biri ve birkaçını “bir şekilde” sergilenmiş olması kişiyi erdemli biri yapıp yapmadığı sorusunun cevabı “eylemi yapma sebebinde” gizlidir. Sergilenen güzel bir davranışın asıl sebebinin iyilik yapmaktan ziyade karşı tarafa, “vicdani bir baskı unsuru olsun” adına yapılmış olması veya kendine “yeni fırsatlar” yaratsın diye yapılması o davranışı ahlaki olmaktan çıkararak ahlakı araçsallaştırır. Ahlaki ilkelerin anlamı, kullanılma amacı ve durumu, kişiye, zamana ve mekâna göre değişiyorsa, işine yaradığında talep görüyor, yaramadığında “es geçiliyorsa”, güçlüye güç ve meşruiyet zemini hazırlamak için kullanılıyorsa bu davranışı “erdem” olarak tanımlamak mümkün değildir. Görecenin yönlendirdiği ve çıkarcı anlayışların ürettiği kavramlar ise tükenmeye mahkûmdur.

    İçi boşaltılan her kavram, üzerine bastığımız zeminin altından bir şeylerin kayması anlamına gelir. Bugün ahlaki değerler dediğimiz davranışları biz gerçekten bir erdem olarak mı yapmaktayız ya da bugün böyle olması işimize geldiği için mi talep etmekteyiz. Bunu dürüstçe tespit edebilmek davranışların erdeme dönüşüp dönüşmediğini anlamak açısından önemlidir. Bu ince çizgiyi gözden kaçırmama adına hemen her gün yaşadığımız ya da şahit olduğumuz olaylar üzerine bir projeksiyon yansıtmaya çalışacağız ki durum netlik kazansın. Fakat bunun birilerinin ahlakiliğini ölçme adına değil de kendimizin ahlaktan ne anladığımızı belirlemek adına yapılması çok önemlidir.

     Öğrencilerine kopya çekmenin bir hak ihlali olduğunu, kopya çeken öğrenciye ise hakkını helal etmeyeceğini söyleyen bir öğretmenin “ahlaklı olma” talebi gerçekte erdemli olma adına mıdır, yoksa yapılan bu uyarı öğrencilerin kopya çekmemesi adına onların duyarlılıklarına gönderilen bir “caydırıcılık uyarısı” mıdır? Bir öğretmenin bunu erdemlilik adına söyleyebilmesinin ahlaki zemini onun fırsatlara rağmen hayatında hiç kopyaya teşebbüs etmemesiyle doğru orantılıdır. Sözün gücü de burada yatar. Kendisinin dün işine geldiği için yaptığı bir eylemi bugün işine gelmediği için yapılmamasını “ahlaklı olmak adına” talep etmesi ve bunun için ahlakın yaptırım gücünden faydalanması, ahlaki değerleri yozlaştırmaktan başka fazlaca bir önemi yoktur.

  Yaya geçidinde üzerine gelen arabanın çarpmasından kıl payı kurtulan ya da yeşil ışıkta geçerken ışık ihlali yapan bir sürücünün çarpmasından ramak kala kurtulan bir bireyin sürücüyü itham ettiği “ahlaksızlık” eylemini acaba kendisi kaç defa yapmıştır sürücü koltuğuna oturduğu zaman bilen var mı? Ama “ahlaksızlıkla” itham etme şu an bir “haklılık aracı” olarak işine gelmektedir. Sürücü koltuğunda “aslan kesilen”, yaya olduğunda ise aslanların merhametine sığınılan bir trafikte ahlak işlevselliğini yitirmiş, güç direksiyonu tutanın eline ve insafına bırakılmıştır. Oysa ahlak daha çok güçlüyü kontrol eden bir mekanizmadır ki, zayıf kollanıp gözetilebilsin.

     Toplu taşıma araçlarında: “Şimdiki gençlik hepten saygısız oldu” diye başlayan ve bu minvalde uzayıp giden konuşmalara çokça şahit olmuşuzdur... Bu cümlelerin kurulmasına sebep olan gençlerin duyarsızlığına bakınca katılmamak elde değil, ama beni ilgilendiren tarafı bu değil. Daha doğrusu belki de gençlerin neden böyle olduklarına sebep olan problem benim gündemim. Gençliğin saygısızlığını ve ahlaki çöküşü gündeme getirmek gerçek bir tahlilin ürünü mü yoksa kendisine azan romatizması ya da yükselen şeker veya tansiyonu dolayısıyla oturacak bir yerin verilmemesi mi? Yer verilseydi gençlerin diğer hareketlerini görmeyecek ve “ahlakı” gündeme getirmeyecekti muhtemelen. Yani ahlak kendisinin hizmetine sunulmadığında problem oluyor. Dün torunu ile yaptığı yolculukta onu yanına oturtup diğer yaşlıların ters bakışlarına aldırmayan birinin bugün gençlerden “ahlak talebi” sizce ne kadar gerçekçi?

        Kahvehane muhabbetine de kulak misafiri olmuşsunuzdur mutlaka. Her yerde torpilin döndüğü, liyakat ve ehliyete kimsenin bakmadığından bahsederek, toplumun ve siyasetin geldiği ahlaki yozlaşmadan dem vuran muhabbetlerdir genelde bunlar. Ve sohbet dönüp dolaşıp kendi çocuğu ya da bir yakını için “yukarılarda” bir tanıdığın olup olmadığına konusuna gelince işin rengi değişiverir. Sanki az önceki konuşanlar gitmiş yerine yenileri gelmiştir. Telefonlar edilir, kartvizitler alınır ve iş bağlanır. Az önce ahlaki yozlaşmadan yakınmanın sebebi de daha iyi anlaşılmıştı. Ciğerin murdar oluşu ulaşılamamasından kaynaklanıyordu ama şimdi ciğer (ahlak) kendisine tabakta sunulmuş ve problem ortadan kalmıştı. Tabi tüketilen şeyin ahlak olduğunu o anda sorgulamanın bir anlamı yoktu.

  Devlet dairelerinde bilgisayarında okey oynayanları, yan masa ile muhabbetin dibini vuranları, telefonla dedikodunun belini kıranları çokça görmüşüzdür. Sıra bekleyenler ise işinin zorlaştırılacağı korkusuyla olayı genelde sineye çekerler. Tabi bu arada alçak bir ses tonuyla:“ Ya kardeşim, ahlak diye bir şey kalmamış, millet sırada bekliyor adamların umurunda değil” diye mırıldanmayı da ihmal etmez. Ve şöyle devam eder konuşma: “Kimsenin umurunda değil vatandaşın işi, memleketin çivisi çıkmış da kimsenin umurunda değil.” Bu serzenişler masanın bu yanında olanlar için doğrudur. Ama acaba aynı kişi acaba masanın öbür tarafına geçtiğinde de aynı şeyleri düşünüp uygulayabiliyor mu? İşte o zaman bunu demeye hakkı vardır ahlak o zaman “erdemli bir duruşa” dönüşmüştür. Ya değilse dairedeki işin bitince unutur gidersin ama oradaki “ahlaki yozlaşma” devam eder gider.

           Konunun bir başka problemli alanı da din-ahlak arasındaki ilişkidir. Zira ahlak nasıl fıtri bir duygu ise dinde fıtri bir ihtiyaçtır. İkisinin tarihi de insanlıkla başlamış ve insan var olduğu müddetçe de devam edecektir. Din ve ahlak arasındaki ilişki tarihsel olduğu kadarda ontolojiktir. İkisinin bir arada ya da birbirlerinin yerine kullanılmasının sebebi de bu ilişkinin derinliğinden kaynaklanır. Fakat yukarıda vurgulamaya çalıştığımız ikircikli durumu aynıyla burada da görürüz. Yani “her dindar ahlaklı mıdır?” sorunu maalesef içinde büyük tehlike potansiyeli de barındıran bir sorunsal olarak hep kucağımıza düşmüştür. Olaya yanlış yaklaşımlar hem ahlakı hem de dini töhmet altına sokmuştur. Oysa ahlak- erdem arasındaki ince ayrım, din-dindar ve ahlak arasında da vardır. Evet din, “ahlakı tamamlamak” için gönderilmiştir.

  
 Din, ahlakın yaşanmasına, kamusallaşmasına, yaygınlaşmasına ve en önemlisi yaşam alanı oluşturulmasına destek ve zemin hazırlar fakat o, vicdani olmaktan daha çok olayın hukuki alt yapısını tesis eden bir sistemdir. Din, hırsızlığı, içkiyi, kumarı yasaklamış, doğruluğu adaleti, fakiri kollamayı emreder. Bu yasaklara uymayı ve dinin emirlerini yerine getirmeyi taahhüt edenler de “dindar” diye tanımlanmıştır genellikle. Fakat asıl problem de burada başlar. Çünkü “dindar” diye tanımlanmak her zaman kişiyi “ahlaklı-erdemli” yapmamıştır zaten yapamazdı da. Ahlaklı/erdemli bir davranış için kişi, karşılık beklemez, o bu davranışları ruhunun mutluluğu ve yaratanın rızası adına yapar. Oysa din, müntesipleriyle, emir ve yasaklarına uyulması konusunda emir kipiyle konuşur. Onun derdi bireysel ve toplumsal hayatın düzenlenmesidir. Dolayısıyla kişinin birtakım dini ritüelleri yapmış olması, kılık kıyafetinin dindara benzemiş olması ona belki “dindar kimliği” sağlar ama onu ahlaki zafiyetlerden beri kılmayabilir.. Bu ancak kişinin “yaptığı işlerin ne adına ve niçin yaptıklarını fark ettikçe” ulaşacakları bir durumdur.(Maun:5) Dolayısıyla bu tür davranış bozukluklarının faturasını ahlaka kesmek kendi içinde bile ahlaki değildir.   

        Ahlak niye bizde hep hayatı düzenleyen ona şekil veren bir erdem olarak değil de, şekle sokulmuş hayatın realitesine göre “lazım oldukça” gündem tutan bir kavramdır? Başka bir deyişle ahlak teorik olarak belki hayatta en fazla kullandığımız (tükettiğimiz demek daha mı doğru) kavram iken, değer anlamında niye hiçbir ağırlık ifade etmez? Ahlak, hayatın bütünü içerisinde hastalıklara karşı koruyucu hekimlik vazifesi görmesi gerekirken onun bir ağrı kesiciye dönüştürülmesinin sebebi nedir? Ağrı kesiciler, lazım olunca birkaç adet alınır sonra kutusunda kalır. Ve sonrasında genelde unutularak “raf ömrü” biter ve çöpe atılır. “Şimdi ahlak vaazı verme bana”, “ahlak karın doyurmuyor” cümleleri aslında “ahlakın raf ömrünü tükettiğini” haber verir. Yani ahlak artık modası geçmiş bir kavramdır. Lazım olursa tekrar bir paket daha alınmasında problem yoktur çünkü ucuzdur.

        Hikâyenin asıl can alıcı kısmı ise, "Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir gazap nedenidir." (Saff,2-3) uyarısına muhatap olan ve böyle bir durumu “ahlaksızlık” olarak nitelendiren bir kitaba inanan insanların içine düştüğü acınası durumdur. Ahlakı; üzerinden ahkam kesilecek, rant sağlanacak, vicdan arıtacak, insan kandırılacak, üzerinden siyaset yapılacak vs bir kavram olmaktan çıkarılıp belki de hakkında en az konuşulan ama  hayatta karşılığı en çok olan bir kavrama dönüştütmedikçe  yozlaşma ve erozyon devam edecektir. İyilik, yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere ve kitaba iman edenin; malını çok sevmesine rağmen onu akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere verenin; namazı dosdoğru kılanın; zekâtı verenin; sözleştikleri zaman gereğini yerine getirenin; sıkıntıda, darlıkta, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanda sabır gösterenin eyleminden oluşur. İşte doğru olanlar ve sakınanlar bunlardır..." (Bakara:177) VeliKURT 20.01.2020












Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..