DİN-SİYASET İLİŞKİSİNDE DİNİN ARAÇSALLAŞTIRILMASI


            

                  DİN-SİYASET İLİŞKİSİNDE DİNİN ARAÇSALLAŞTIRILMASI..
                 İnsan, toplumsal bir varlıktır. Ve biz bir toplumdan söz ediliyorsa, orada bir takım kuralların olması, bu kurallara uyulması ve toplumun bu konuda ikna edilmesi şarttır. Siyaset, tamda burada devreye girer. Kadim toplumlardan, modern zamanlara kadar siyaset bu işlevini yaparken bir “ikna enstrümanı” olarak en fazla dine ihtiyaç duyar. İşte tam da bu süreçte dinin toplum üzerindeki “yaptırım ve meşrulaştırım” gücü iktidarlar tarafından kullanılmaya başlar. Bu noktada hakla, halk arasındaki bir bağ olan din, iktidarın halkı kendine bağladığı “tanrısal bir bağa” dönüşür.

               Din siyaset ilişkisinin tarihi, insanlık tarihi kadar kadimdir. Din, doğası gereği toplumun bütün katmanlarında, toplumun oluşturduğu bütün kurumsal yapılarda kendini güçlü şekilde hissettirir. İktidarlar, sadece halkın koymuş oldukları siyasal ve toplumsal düzenlemelere, emirlere, yasaklara, kanunlara itaat etmelerini değil, kendilerine itaatin kutsal bir gereklilik olduğuna da inanmalarını ister. Böylece iktidarlar gücünü maddi alandan manevi alana da taşıyarak denetleyemiyecekleri bir alanı yani vicdanları da kuşatmış olurlar. Tanrısal gücü arkalarına almanın kendilerine sağlayacağı avantajı iyi bilen iktidarlar, dini lider ve otoriteleri her zaman yanlarında tutmaya çalışmışlardır. Ahlaka hak ve adalete uymayan icraatların meşrulaştırılması veya gelebilecek muhalefetin önünün kesilmesi için buna ihtiyaçları vardır. Çünkü kendine itirazın tanrıya itiraz olduğunu söyleyecek ve buna halkı inandıracak güç, sadece dini liderlerdedir. Otoritesi manevi mükâfat (cennet, endüljans, şefaat, huri, köşk) ve cezalarla (cehennem, aforoz, günah) pekiştirilmiş bu gücün bir takım çıkarlar adına siyasetin hizmetine sunulması, siyasete, “meşruiyet” anlamında önemli mevziler kazandırmıştı ama irşad ve yol göstericilik rolünü bir takım menfaatler adına askıya alan dini liderleri de, itibar ve güvenilirlik anlamında bitirmişti. Temsil ettiği kimlik sayesinde kazandığı itibarı ve güvenilirliği sırf dünyevi hırslar adına siyasete peşkeş çeken bu dini liderler, sadece kendi değer ve itibarlarını kaybetmedi aynı zamanda içini boşalttıkları kavramlarla temsil ettiği dini de tahrif ettiler.

             Yahudilerin kirli düzenini yıkmak ve tahrif ettikleri dini yeniden tahkim etmek için gönderilen Hz. İsa, onların içine düştükleri acınası durumu şöyle ifade eder: “Siz nanenin, dereotunun ve kimyonun ondalığını verirsiniz de, Kutsal Yasa’nın daha önemli konularını –adaleti, merhameti, sadakati- ihmal edersiniz. Ondalık vermeyi ihmal etmeden asıl bunları yerine getirmeniz gerekirdi. Ey kör kılavuzlar! Sineği süzersiniz ama deveyi yutarsınız! (…) “Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz, oysa bunların içi açgözlülük ve taşkınlıkla doludur. Sen önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar! (…) “Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru görünürsünüz ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz.”(Matta:14-23)

         Hz. İsa’nın kısa ama şanlı mücadelesi bu sefer havarisi Pavlus tarafından güce kurban edildi. Yahudilerin bozdukları dini ihya etmeye gelen ve bu uğurda canın feda etmekten çekinmeyen Hz. İsa’nın dini, Pavlus tarafından Grek ve Roma kültürleriyle harmanlanarak yeniden inşa edildi. Her Konsülde yapılan eklemeler ve çıkarmalarla Paganizme bir adım daha yaklaştırılan Hristiyanlık artık Roma’nın resmi dini olmuştu. Duruma itiraz eden onurlu din âlimleri ise ya aforoz edilmiş, ya da öldürülmüşlerdi. Roma’yı ele geçirdiğini sanan Hristiyanlık aslında Roma’nın sefil siyasetine alet olmuştu. Bu süreçte imparatorlar dini kullanmış, din adamları ise dinilerini siyasete pazarlamanın karşılığı olarak verilen nimetlerle kilisenin duvarları arkasına çekilmişlerdi. Krallar sarayda, din adamları kilisede mutlu, refah yaşarlarken halk sefalet içerisinde kıvranıyordu. Kısacası Hz. İsa’nın, dinlerini güce kurban eden Yahudi din adamlarına karşı verdiği kutlu mücadele, bu sefer kendi adı kullanılarak güçlülere kurban verilir. Kilisenin iktidarlarla girdiği bu kirli ilişki, ikisini de işlevsel olarak bitirerek, Reform ve Rönesans’ın zeminini hazırladı. Bundan sonra yetkileri ellerinden alınan krallar ve kilise artık sadece protokol olarak varlardı ama fonksiyon olarak yoklardı. Kilise, mazlumun yanında olmak yerine zalim iktidarların yanında olmanın bedelini ağır ödemiş, temsil ettikleri din ise, laiklik ilkesi ile sosyal hayattan çıkarılmıştı.

               İslam dünyasında dini bir “meşruiyet aracı” olarak kullanma geleneğinin tarihsel serencamı Batı’dakinden çokta farklı değildir. Hz. Peygamberin 23 yılda kurduğu adalet devleti daha cenazesi ortada iken fitne ateşine maruz kaldı. Kâbe’nin kutsaliyeti Mekke’yi bölgenin en önemli merkezi haline getirmişti. Bölgede söz sahibi olmanın yolu ise güçlü bir aşirete sahip olmaktan geçiyordu. Bu durum güç ve iktidarı ele geçirmek isteyen kabileleri karşı karşıya getiriyordu.  Mekke’nin iki büyük kabilesi olan Haşimiler ve Emeviler arasında bu durumdan kaynaklanan bir çatışma vardı. İşte bu rekabet sürecinde tebliğine başlayan Hz. Muhammed’in peygamberliği, Emeviler tarafından  “Haşimilerin yeni bir hamlesi” olarak algılandı. İki kabile arasındaki rekabetin peygamber çıkarmakla Haşimiler lehine bozulduğunu düşünen Emeviler, Mekke’nin fethine kadar İslam’ı kabul etmediler ve daha sonra, “Mecburiyet Müslümanı” olarak dine girdiler. Hz. Peygamberin vefatını iktidarı ele geçirmek için bir fırsat olarak değerlendiren Emeviler ilk hamlelerini yaptılar. Ama Sahabenin basireti ile bu girişim önlendi daha doğrusu ertelendi.. İçin için yanmakta olan bu fitne ateş Hz. Osman’ın halifeliği döneminde yeniden tutuşturuldu. Cemel’de, Sıffin’de ve bunun bir sonucu olan Harici ayaklanmalarında on binlerce insanın ölümü pahasına Ümeyyeoğulları iktidarı ele geçirmişti. Kan ve hile üzerine inşa ettikleri saltanatlarına meşruiyet kazandırmak için dini kullanmanın kapısını ilk aralayanlar da onlar oldu.

              Emeviler, kirli siyasetlerini; besledikleri “saray ulemasına” onaylatmışlardı ama bu durum bile içinden çıkamadıkları kabilecilik batağının kendi sonlarını hazırlamasını engelleyememişti. Abbasilerin iktidara geçmesiyle sadece zalimin adı değişti. Abbasiler, Emevilerin araladığı, dine, kirli siyasetlerini onaylatma kapısını ardına kadar açtılar. Abbasiler, İslami bilimlerin yeni yeni teşekkül ettiği bu sürece müdahil olarak, kendi düşüncelerini onaylayacak bir teolojik zemin inşa ettirdiler. Bu formata uymayan ulema ve düşünce; Rafızilik, sünnet dışılık, Şiilik vs. ile suçlandı ve cezalandırıldı. Kelama, iktidarda oluşlarını “Allah’ın iradesi”, buna karşı çıkmanın ise, Allah’ın iradesine karşı çıkmak olduğu, “kader” olarak kabul ettirildi. “Zalimde olsa halifelere itaatin farz olduğu” yapılan tevillerle, uydurulan hadislerle teminat altına alındı. Zulmüne ortak olmayan, onay vermeyen onurlu âlimler ya öldürtüldü ya da zindanlarda işkencelere tabi tutuldu. Başta Ehli Beyt imamları olmak üzere, İmamı Azam, Hicr b. Adiyy, İmamı Malik, Ahmet b. Hanbel, İbni Teymiyye gibi birçok insanlar bu sürecin mağdur ve mazlumları olarak tarihe geçti. Saltanatın kirli işlerini onaylayan “Saray uleması ” geleneği daha sonra kurulacak Nizamiye Medreseleri ile daha kurumsal bir niteliğe kavuştu. Din ve bilim adamları artık devletin kontrolünde olacak ona hizmet ettiği müddetçe sarayın nimetlerinden faydalanacaktı.

            Bu işleyişin Osmanlı Devleti sürecinde de fazlaca değiştiği söylenemez. Baştan beri söylediğimiz gibi dinin kişi ve toplum üzerinde bu kadar etkin olduğu düşünüldüğünde iktidarların bu gücü karşılarında değil de yanlarında tutma isteği siyasetin gereği normaldi. Osmanlı döneminde şeyhülislamlık makamının ihdası ve medreselerin yine devlet tekelinde olması bu ilişkiyi kontrol altına alma anlamında önemlidir. Saltanatın bekası adına “kardeş katlinin” Şeyhülislam tarafından onaylanması, Doğu’ya seferi düzenlemek istediğinde gerekli fetvayı alamadığı için Şeyhülislamı görevden alınarak, sefere onay verecek birinin yerine getirmesi ve yine gerektiğinde Şeyhülislamların azledildiği yada idam ettirildiği göz önünde bulundurulduğunda siyasetin dini nasıl kontrol ettiği görülecektir..

             Din siyaset arasındaki bu problemli ilişki Osmanlıdan sonra değişmiş midir? Hayır. Din ve siyaset ilişkisinde din, siyasetin hizmetinde olduğu müddetçe problem olmamış, ayrıştığı alanda ise baskı ve yasaklara maruz kalmıştır.  Cumhuriyetin kurucu ilkelerinden biri olan laiklik ilkesi Batı’da, dinin siyaset üzerindeki etkisini kırmak için ihdas edilmişti. Reform ve Rönesans’la sinirleri alınmış bir Hristiyanlığın laiklik çatışması da zaten mümkün değildi. Ama bizde Batı’da durduğu gibi durmadı. İslam sosyal alana müdahale eden bir dindi. Daha Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan diyanet işleriyle din, tevhidi tedrisat ile din öğretimi kontrol altına alındı. Yani din devlete karışmayacaktı ama devlet dine karışacaktı.

                 Tarihin her döneminde dini, siyasetin pisliklerini temizleme aracı olarak kullanımı, her zaman ahlaki erozyonun derinleşmesine sebep olmuş, toplumun; hak, adalet, vicdan gibi değerlerini aşındırarak, çözüm üretme kabiliyetini zayıflatmıştır.  Her dinde mezhep ve meşrebin bu kadar çok oluşu burada dönen rantın çok oluşu ile doğru orantılı olduğu gerçeği unutulmamalı. Bu yapıların bölünerek çoğalması ise içerideki fırsatların paylaşımıyla yakından alakalıdır. Bu tür rekabetlerde bütün dini ve ahlaki değerler tüm acı tecrübelere rağmen hoyratça kullanılır. Eğer bu çatışmalarda devlet bir taraf olmuşsa buradaki yozlaşmanın boyutu daha da derinleşir. Çünkü kar ve zararın sınırları genişledikçe rekabet daha da acımasızlaşır. Siyasetin, “dün dündür, bugün bugündür” anlayışıyla dizayn ettiği “fayda-fırsat” ilişkisine, dinin, “kişiye ve zamana göre değişmez” ilkeleri peşkeş çekilir. Dinin adalet ve doğruluk terazisi yanlış tartmaya başlar. Bu durumun en trajik yanı ise, dinin ve ahlakın sözüm ona temsilciliğini yapan bu şahıs ve grupların elinde dini ve ahlaki kavramların nasıl yontulduğunu gören insanlar, dinden ve dini olan her şeyden nefret eder, deizmin, ateizmin, sekülerizmin kucağına düşer. Bu süreçte anlamını ve değerini yitiren ahlaki değerler ise artık birer “kocakarı masalına” dönüşür. 07.02.2020













             
        

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..