DİN-SİYASET İLİŞKİSİNDE DİNİN ARAÇSALLAŞTIRILMASI
Din siyaset ilişkisinin tarihi,
insanlık tarihi kadar kadimdir. Din, doğası gereği toplumun bütün
katmanlarında, toplumun oluşturduğu bütün kurumsal yapılarda kendini güçlü
şekilde hissettirir. İktidarlar, sadece halkın koymuş oldukları siyasal ve toplumsal
düzenlemelere, emirlere, yasaklara, kanunlara itaat etmelerini değil,
kendilerine itaatin kutsal bir gereklilik olduğuna da inanmalarını ister. Böylece
iktidarlar gücünü maddi alandan manevi alana da taşıyarak denetleyemiyecekleri
bir alanı yani vicdanları da kuşatmış olurlar. Tanrısal gücü arkalarına almanın
kendilerine sağlayacağı avantajı iyi bilen iktidarlar, dini lider ve
otoriteleri her zaman yanlarında tutmaya çalışmışlardır. Ahlaka hak ve adalete
uymayan icraatların meşrulaştırılması veya gelebilecek muhalefetin önünün kesilmesi
için buna ihtiyaçları vardır. Çünkü kendine itirazın tanrıya itiraz olduğunu
söyleyecek ve buna halkı inandıracak güç, sadece dini liderlerdedir. Otoritesi manevi
mükâfat (cennet, endüljans, şefaat, huri, köşk) ve cezalarla (cehennem, aforoz,
günah) pekiştirilmiş bu gücün bir takım çıkarlar adına siyasetin hizmetine
sunulması, siyasete, “meşruiyet” anlamında önemli mevziler kazandırmıştı ama irşad
ve yol göstericilik rolünü bir takım menfaatler adına askıya alan dini liderleri
de, itibar ve güvenilirlik anlamında bitirmişti. Temsil ettiği kimlik sayesinde
kazandığı itibarı ve güvenilirliği sırf dünyevi hırslar adına siyasete peşkeş
çeken bu dini liderler, sadece kendi değer ve itibarlarını kaybetmedi aynı
zamanda içini boşalttıkları kavramlarla temsil ettiği dini de tahrif ettiler.
Yahudilerin kirli düzenini yıkmak ve tahrif
ettikleri dini yeniden tahkim etmek için gönderilen Hz. İsa, onların içine
düştükleri acınası durumu şöyle ifade eder: “Siz
nanenin, dereotunun ve kimyonun ondalığını verirsiniz de, Kutsal Yasa’nın daha
önemli konularını –adaleti, merhameti, sadakati- ihmal edersiniz. Ondalık
vermeyi ihmal etmeden asıl bunları yerine getirmeniz gerekirdi. Ey kör
kılavuzlar! Sineği süzersiniz ama deveyi yutarsınız! (…) “Bardağın ve çanağın
dışını temizlersiniz, oysa bunların içi açgözlülük ve taşkınlıkla doludur. Sen
önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar! (…) “Siz
dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı
mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru görünürsünüz ama içte ikiyüzlülük
ve kötülükle dolusunuz.”(Matta:14-23)
Hz. İsa’nın kısa ama şanlı mücadelesi bu
sefer havarisi Pavlus tarafından güce kurban edildi. Yahudilerin bozdukları
dini ihya etmeye gelen ve bu uğurda canın feda etmekten çekinmeyen Hz. İsa’nın dini,
Pavlus tarafından Grek ve Roma kültürleriyle harmanlanarak yeniden inşa edildi.
Her Konsülde yapılan eklemeler ve çıkarmalarla Paganizme bir adım daha
yaklaştırılan Hristiyanlık artık Roma’nın resmi dini olmuştu. Duruma itiraz
eden onurlu din âlimleri ise ya aforoz edilmiş, ya da öldürülmüşlerdi. Roma’yı
ele geçirdiğini sanan Hristiyanlık aslında Roma’nın sefil siyasetine alet olmuştu.
Bu süreçte imparatorlar dini kullanmış, din adamları ise dinilerini siyasete
pazarlamanın karşılığı olarak verilen nimetlerle kilisenin duvarları arkasına
çekilmişlerdi. Krallar sarayda, din adamları kilisede mutlu, refah yaşarlarken
halk sefalet içerisinde kıvranıyordu. Kısacası Hz. İsa’nın, dinlerini güce
kurban eden Yahudi din adamlarına karşı verdiği kutlu mücadele, bu sefer kendi
adı kullanılarak güçlülere kurban verilir. Kilisenin iktidarlarla girdiği bu
kirli ilişki, ikisini de işlevsel olarak bitirerek, Reform ve Rönesans’ın zeminini
hazırladı. Bundan sonra yetkileri ellerinden alınan krallar ve kilise artık
sadece protokol olarak varlardı ama fonksiyon olarak yoklardı. Kilise, mazlumun
yanında olmak yerine zalim iktidarların yanında olmanın bedelini ağır ödemiş,
temsil ettikleri din ise, laiklik ilkesi ile sosyal hayattan çıkarılmıştı.
İslam dünyasında dini bir
“meşruiyet aracı” olarak kullanma geleneğinin tarihsel serencamı Batı’dakinden
çokta farklı değildir. Hz. Peygamberin 23 yılda kurduğu adalet devleti daha
cenazesi ortada iken fitne ateşine maruz kaldı. Kâbe’nin kutsaliyeti Mekke’yi bölgenin
en önemli merkezi haline getirmişti. Bölgede söz sahibi olmanın yolu ise güçlü
bir aşirete sahip olmaktan geçiyordu. Bu durum güç ve iktidarı ele geçirmek
isteyen kabileleri karşı karşıya getiriyordu. Mekke’nin iki büyük kabilesi olan Haşimiler ve
Emeviler arasında bu durumdan kaynaklanan bir çatışma vardı. İşte bu rekabet
sürecinde tebliğine başlayan Hz. Muhammed’in peygamberliği, Emeviler tarafından
“Haşimilerin yeni bir hamlesi” olarak algılandı.
İki kabile arasındaki rekabetin peygamber çıkarmakla Haşimiler lehine bozulduğunu
düşünen Emeviler, Mekke’nin fethine kadar İslam’ı kabul etmediler ve daha sonra,
“Mecburiyet Müslümanı” olarak dine girdiler. Hz. Peygamberin vefatını iktidarı ele
geçirmek için bir fırsat olarak değerlendiren Emeviler ilk hamlelerini
yaptılar. Ama Sahabenin basireti ile bu girişim önlendi daha doğrusu ertelendi..
İçin için yanmakta olan bu fitne ateş Hz. Osman’ın halifeliği döneminde yeniden
tutuşturuldu. Cemel’de, Sıffin’de ve bunun bir sonucu olan Harici
ayaklanmalarında on binlerce insanın ölümü pahasına Ümeyyeoğulları iktidarı ele
geçirmişti. Kan ve hile üzerine inşa ettikleri saltanatlarına meşruiyet
kazandırmak için dini kullanmanın kapısını ilk aralayanlar da onlar oldu.
Emeviler, kirli siyasetlerini; besledikleri
“saray ulemasına” onaylatmışlardı ama bu durum bile içinden çıkamadıkları
kabilecilik batağının kendi sonlarını hazırlamasını engelleyememişti.
Abbasilerin iktidara geçmesiyle sadece zalimin adı değişti. Abbasiler,
Emevilerin araladığı, dine, kirli siyasetlerini onaylatma kapısını ardına kadar
açtılar. Abbasiler, İslami bilimlerin yeni yeni teşekkül ettiği bu sürece
müdahil olarak, kendi düşüncelerini onaylayacak bir teolojik zemin inşa ettirdiler.
Bu formata uymayan ulema ve düşünce; Rafızilik, sünnet dışılık, Şiilik vs. ile
suçlandı ve cezalandırıldı. Kelama, iktidarda oluşlarını “Allah’ın iradesi”,
buna karşı çıkmanın ise, Allah’ın iradesine karşı çıkmak olduğu, “kader” olarak
kabul ettirildi. “Zalimde olsa halifelere itaatin farz olduğu” yapılan
tevillerle, uydurulan hadislerle teminat altına alındı. Zulmüne ortak olmayan, onay
vermeyen onurlu âlimler ya öldürtüldü ya da zindanlarda işkencelere tabi tutuldu.
Başta Ehli Beyt imamları olmak üzere, İmamı Azam, Hicr b. Adiyy, İmamı Malik, Ahmet
b. Hanbel, İbni Teymiyye gibi birçok insanlar bu sürecin mağdur ve mazlumları
olarak tarihe geçti. Saltanatın kirli işlerini onaylayan “Saray uleması ”
geleneği daha sonra kurulacak Nizamiye Medreseleri ile daha kurumsal bir
niteliğe kavuştu. Din ve bilim adamları artık devletin kontrolünde olacak ona
hizmet ettiği müddetçe sarayın nimetlerinden faydalanacaktı.
Bu işleyişin Osmanlı Devleti sürecinde de
fazlaca değiştiği söylenemez. Baştan beri söylediğimiz gibi dinin kişi ve toplum
üzerinde bu kadar etkin olduğu düşünüldüğünde iktidarların bu gücü karşılarında
değil de yanlarında tutma isteği siyasetin gereği normaldi. Osmanlı döneminde şeyhülislamlık
makamının ihdası ve medreselerin yine devlet tekelinde olması bu ilişkiyi
kontrol altına alma anlamında önemlidir. Saltanatın bekası adına “kardeş katlinin”
Şeyhülislam tarafından onaylanması, Doğu’ya seferi düzenlemek istediğinde
gerekli fetvayı alamadığı için Şeyhülislamı görevden alınarak, sefere onay
verecek birinin yerine getirmesi ve yine gerektiğinde Şeyhülislamların azledildiği
yada idam ettirildiği göz önünde bulundurulduğunda siyasetin dini nasıl kontrol
ettiği görülecektir..
Din siyaset arasındaki bu
problemli ilişki Osmanlıdan sonra değişmiş midir? Hayır. Din ve siyaset
ilişkisinde din, siyasetin hizmetinde olduğu müddetçe problem olmamış,
ayrıştığı alanda ise baskı ve yasaklara maruz kalmıştır. Cumhuriyetin kurucu ilkelerinden biri olan
laiklik ilkesi Batı’da, dinin siyaset üzerindeki etkisini kırmak için ihdas
edilmişti. Reform ve Rönesans’la sinirleri alınmış bir Hristiyanlığın laiklik
çatışması da zaten mümkün değildi. Ama bizde Batı’da durduğu gibi durmadı.
İslam sosyal alana müdahale eden bir dindi. Daha Cumhuriyetin ilk yıllarında
kurulan diyanet işleriyle din, tevhidi tedrisat ile din öğretimi kontrol altına
alındı. Yani din devlete karışmayacaktı ama devlet dine karışacaktı.
Tarihin her döneminde dini, siyasetin pisliklerini
temizleme aracı olarak kullanımı, her zaman ahlaki erozyonun derinleşmesine
sebep olmuş, toplumun; hak, adalet, vicdan gibi değerlerini aşındırarak, çözüm
üretme kabiliyetini zayıflatmıştır. Her dinde mezhep ve meşrebin bu kadar çok
oluşu burada dönen rantın çok oluşu ile doğru orantılı olduğu gerçeği
unutulmamalı. Bu yapıların bölünerek çoğalması ise içerideki fırsatların paylaşımıyla
yakından alakalıdır. Bu tür rekabetlerde bütün dini ve ahlaki değerler tüm acı
tecrübelere rağmen hoyratça kullanılır. Eğer bu çatışmalarda devlet bir taraf
olmuşsa buradaki yozlaşmanın boyutu daha da derinleşir. Çünkü kar ve zararın
sınırları genişledikçe rekabet daha da acımasızlaşır. Siyasetin, “dün dündür,
bugün bugündür” anlayışıyla dizayn ettiği “fayda-fırsat” ilişkisine, dinin, “kişiye
ve zamana göre değişmez” ilkeleri peşkeş çekilir. Dinin adalet ve doğruluk
terazisi yanlış tartmaya başlar. Bu durumun en trajik yanı ise, dinin ve
ahlakın sözüm ona temsilciliğini yapan bu şahıs ve grupların elinde dini ve
ahlaki kavramların nasıl yontulduğunu gören insanlar, dinden ve dini olan her
şeyden nefret eder, deizmin, ateizmin, sekülerizmin kucağına düşer. Bu süreçte
anlamını ve değerini yitiren ahlaki değerler ise artık birer “kocakarı masalına”
dönüşür. 07.02.2020
Yorumlar
Yorum Gönder