BAŞ AĞRILARIMIZ...
BAŞIMIZ AĞRIMASIN DİYE.. |
Bizim kültürel kodlarımız, “başımıza gelen felaketlerin
sebebini kendi ellerimizin hazırladığı şeyler” olduğu üzerine kurulmuştur. Ve
yine biz, “başımıza gelen şerlerde bir hayır olabileceği gibi, hayırlarda da şer
olabileceğini” düşünürüz.. Bu kalıplar bizdeki “sünnetullah” fikrinin hayata yansımasıdır.
Yani insan başıboş bırakılmamıştır. Kurucu bir yasa vardır ve bunların ayarını bozulursa
herkesin ve her şeyin ayarı bozulur. Biz felaketleri bu gözlerle
okuruz/okumalıyız ki, tekrarı veya daha büyüğü ile karşı karşıya gelmeyelim. Ve
yine biz, “şerlerden hayır çıkarabilmenin” gerekliliğine inanırız tıpkı şımarmamak
için, “şerre dönüşmesin” diye, “hayra” soğukkanlılıkla yaklaştığımız gibi..
Hikâye bu
ya, iki arkadaş sohbet ederlerken biri diğerine, kaç gündür devam eden baş
ağrısından dert yanar ve der ki, ”şu başımın ağrısı geçsin de her şeye
razıyım”. Diğeri “kolayı var ben hallederim ama biraz canın yanar” der. Bizimki
her şeye razıdır, yeter ki başındaki ağrı geçsin. “Olsun, ben razıyım” der. Arkadaşı,
“ver o zaman kolunu” der. Bizimki baş ağrısı ile kolun bağlantısını kuramaz ama
yine de uzatır kolunu şaşkınlıkla.. Arkadaşı uzanan kolu tuttuğu gibi bir hamlede
“küüt” diye yerinden çıkarıverir bileğinden. Bir feryat, bir feryat.. “Sen ne
yaptın, kolum çıktı” diye inlemektedir bizimki. Arkadaşı gayet sakin: “Başın
hala ağrıyor mu?” der..
Sizi fazla
değil, 3-4 ay öncesine götüreceğim. Ne kadar çok baş ağrılarımız vardı değil
mi? Sadece bizim ağrılarımız mı? Sebebinin biz olduğu ağrılar da vardı. Mesela
yaşlı dünyamızın başını ne kadar ağrıttığımızın farkında mıydık acaba?
Atmosferini delmiştik zehirli gazlarla, küresel ısınmayla buzullarını eritmiş, havasını,
suyunu kirletmiştik içine döktüğümüz kimyasal artıklarla. Topraklarını
mahvetmiştik; atılan bombalarla, kimyasal ilaçlarla, kullanılan gübreler ve
hormonlarla... Sadece dünyayı mı mahvettik? Hayır. Orada bizimle beraber yaşayan
ve en az bizim kadar yaşamaya hakkı olan yeryüzünün diğer sakinlerine de zulmetmiştik.[O1]
Dakikada bilmem kaç tane uçağın havalandığı gökyüzünde artık oraların asıl
sahipleri uçamaz olmuştu. Kirletilen deniz, yakılan orman, çölleştirilen toprak
demek oralarda yaşayan binlerce hayvan ve bitkinin yok olması demekti. Ama biz
hiç umursamadan onların yaşam alanlarını kendi çıkarlarımız ve zevklerimiz
uğruna talan ettik. Şimdi ne kadar rahatlar bir bilseniz. Gökyüzü cam gibi,
kuşlar alabildiğine özgür. Denizlerde balıklar ve diğer canlılar hiç olmadığı
kadar mutlu çünkü artık gemiler ve onların bıraktıkları zehirli atıklar yok. Çöllerde
ki filler, aslanlar, kaplanlar her ağacın ardında elinde kamerayla bekleyen bencil
insanların olmayışından dolayı ne kadar rahat şimdi. Ve korkarım ki bütün
mahlûkat, “insanın başına gelen bu felaket bitmese de biz de rahat etsek” diye
dua ediyor. Ve belki de şimdi yaşamakta olduğumuz felaket onların beddualarının
yansımasıdır kim bilir.
Sadece dünyanın
mı başını ağrıttık. Birilerinin kendi halkını daha mutlu etme adına diğerine
çektirdiği zulümler, akıttığı gözyaşları. Unutmadık bunları değil mi? Fazla
değil daha üç ay öncesine kadar Orta Doğuda kan ve gözyaşının dökülmediği yer
var mıydı? Film seyreder gibi canlı yayınlar da savaş seyrediyordu rahat
koltuklarında bütün dünya.. Ama şimdi cesetlerini gömmeye fırsat bulamıyor.
Pekâlâ, ne uğruna? İsrail’in, ABD’nin, İngiltere’nin, Rusya’nın,
Çin’in güç savaşları uğruna evsiz, barksız, babasız, anasız kalmıştı mazlum Orta
Doğunun evlatları. Şeytanlar kendi derdine düşünce var mı şimdi bu bölge de
patlayan bomba? Artık insanların yakınlarını kaybetseler de, başlarını
sokacakları evleri olmasa da yıldızların altında sabahlamak zorunda kalsalar da
ertesi gün bombaların patlamadığı bir sabaha uyanmanın huzurunu ve güvenini
yaşıyor..
Birazda
kendimize bakalım. Borsa çökmüş, dolar, altın almış başını gidiyor ama ilginç. Hiç
panik havası yok değil mi? Eskiden böyle olur muydu hiç? TV’ler de ekonomi
uzmanları sabahlara kadar kafa ağrıtırlardı. Battık, tükendik, yandık
senaryoları yazılırdı. Ayın 3’deo ayın enflasyonun rakamları açıklanır herkes
pür dikkat ona odaklanırdı. “Damadın” migrenler tutturan o sırıtışını
seyrederdik. Dediklerine inanmazdık ama hayallerimizi gelecek aya ertelerdik.
Ama şimdi? Kimin umurunda “damat”. Bir koli makarna, bir çuval un almış ya
insanlar gayet mutlu ve rahat. Herkes “azıcık aşım, ağrısız başım” modunda. Aslında
hayat bu kadar sade ve kolay değil mi? Onu bu kadar karmaşık ve acımasız hale
getiren bizleriz. Oysa şimdi anlıyoruz ki, “sabır ve kanaat sahibi olsaydık
başımız ağrımayacaktı ve bizde kolumuzu birilerine teslim etmeyecektik..”
Her
gün haberlerin karşısına geçtiğimizde toplumsal bir çöküşün ayak seslerini duyuyorduk
adeta. Memleket kan revan içinde. Trafik kazaları, cinayetler, hırsızlıklar, kavgalar,
cinnet geçirenler, yangınlar... Ne oldu da bıçak gibi birden kesiliverdi. Demek
kardeşçe de geçinebiliyormuşuz değil mi? Hatırlayın yıllardır yüreklerimiz
burkularak yaşadığımız 40 yıldır kanayan yaramız vardı. Onca fedakârlıklara
karşı susturulamayan silahlar nasılda sustu değil mi? Çünkü yarayı kaşıyan şeytanlar
kendi derdine düştü.
Bir evim,
bir arabam, bir dükkanım daha olsa diye
diye girdiğimiz sıkıntıların, kaybettiğimiz uykular ağrıttığımız başlar.. Şimdi
ne kadar rahatız farkında mısınız? Açamadığımız işyerlerimiz, binemediğimiz arabamız,
gidemediğimiz lüks yazlıklarımız şimdi korumuyor bizi bu felaketten. Ama bu arada
belki de “ne zaman bu kadar büyümüş bunlar” dediğimiz evlatlarımız gördük.
Onlar bu yaşlarına gelmişti ve biz onlarla hiç sohbet etmemiştik. Tabi bu arada
şimdiye kadar her fırsatta yaptığımız,” çocuklar niye böyle oldu?” şikâyetlerinin
anlamsızlığını da keşfetmiş olduk.
Kısacası
dile getirmeye çalıştığım şey şu. Evet, büyük bir sınav vermekte bütün dünya. Ve
mutlaka bu felaket de geçecek. Burada asıl soru şu: Böylesine büyük bir felaketi niçin yaşadık ve
böyle bir felaketin tekrar yaşanmaması için neler yapmalıyız? Bu soru sorulmaz
ve ciddi karşılıklar bulunmazsa belki de bu soruları soracak fırsatı dahi
bulamayacağımız daha büyük felaketleri yaşarız. Aslında her felaket ve helak
kendi içinde fırsatları, alınacak dersleri de barındırır. Yukarıda yapmaya
çalıştığım felaket öncesi ve sonrası arasında ki kıyaslama aslında birçok
ipuçları veriyor yaşanabilir bir dünya için. Ve insanın önünde iki tane yol
var. Ya “ağrıyan başı” için iyi bir doktora gidecek ya da baş ağrılarını
unutmak için “kolunu, bacağını” kırdıracak. Bekleyip göreceğiz.
Son
olarak, bu felaketin yükünü, belki de bunların yaşanmasına en az sebep olan
garibanların çektiğini de unutmamalıyız. Kazandığı üç-beş kuruşla kıt kanaat
geçinen insanların mağduriyetleri ise mutlaka paylaşılmalı ki, belki şimdiye
kadar yaptığımız tahribatlara bir kefaret olur. Başımızın ağrımadığı ve
birilerinin başını ağrıtmadığımız bir dünya umuduyla...
10.04.2020 Veli KURT
Yorumlar
Yorum Gönder