HADİ GEL KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM…
HADİ GEL KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM…
Yaşı 40’ın
üzerinde olanlar iyi bilir Ferdi Tayfur’un bu şarkısını. Köyden şehre göç
etmenin zirve yaptığı yıllardı. Tahta valizlerini kapanlar ya Avrupa yollarına
düşmüş ya da büyük şehirlere göç etmişti. Büyük hayalleri vardı insanların. Ama
çoğunlukla hayaller gerçeklerle uyuşmadı. Dönemi yaşayanlar için bu şarkı çok
şey ifade ediyordu. Birde olaya Ferdi Tayfur’un ağlamaklı sesi eklenince şarkı tam
“damar” olmuştu. Aslında şarkı bir sosyolojiyi yansıtıyordu. Bu yönüyle şarkı,
dinleyiciler kadar sosyologların, psikologların da dikkatini çekmiş, üzerinde
yorumlar, derin tahliller yapmışlardı. Evet, insanlar büyük hayallerle şehre göçmüş
ama çoğu şehir hayatına adapte olamamış, büyük travmalar, sosyal problemler
yaşamıştı. Köyden gelenlerin varoşlarda tekrar yeni bir köyler kurduğu bu
dönemler oldukça sancılı bir süreçti.(Orhan Pamuk’un “Kafamda bir tuhaflık”
romanı güzel anlatır o yılları) Bin bir hayalle kente göç eden insanlar, ezilmiş,
itilmiş, hor görülmüş, savrulmuş kısacası umduğunu bulamamışlardı. Köy, bir özlem,
bir tutku, bir nostalji olarak hep gözlerinde tütüyordu. Geri dönüş yoktu,
gelirken gemileri yakarak gelmişlerdi. Onların da toprakları olacak, ağanın
zulmünden kurtulacak, biriktirdikleri “başlık parasıyla” sevdikleri kızları
alacaklardı. Köyler bu umutlar adına terkedildi. Ama olmadı. Şehir hayatı bir
batak gibi içine çekerek hayalleri ile birlikte yuttu insanları.
Tüm
dünyanın yaşamakta olduğu şu pandemi günlerinde bu şarkı aklıma takıldı. Köyler
yıllar sonra tekrar hatırlanmış, insanların gündemine gelip oturmuştu. Ama bu
sefer köy, bir özlem ve nostalji olmanın ötesinde bir sığınaktı, kurtuluş
ümidiydi. Evet, yaşanan süreçte herkes şunu anlamıştı ki, şehirler böyle
durumlarda hiç de güvenli değildi. Aylar, belki de yıllar sürecek karantina
süreçleri ve felaket senaryoları köy hayatını oldukça cazip kılıyordu. Modernizmin
insanı sürüklediği macerada insanlık büyük dalgalara maruz kalmış, gemi su
almaya başlamıştı. Artık köyler canını kurtarmak isteyenler için birer güvenli
liman gibi görünüyordu. Bunu, dün “köylü işi” diye beğenmedikleri ürünleri iki
katı fiyatına satın almaya başladıkları günden beri hissetmeye başlamışlardı
ama artık tehlike kapıya dayanmıştı. Artık herkes balkonlardan sokaklara
bakarken hayallerini bir köy evi süslemekteydi. Küçük de olsa bir bahçe, üç beş
tavuk, küçük ya da büyük baş birkaç hayvan...
Kaçabilecek
miydi insan onca yaptıklarından ya da yapılırken sessiz kaldıklarından? Bu
kaçış ne kadar da çok benziyordu atası Kabil’in kaçışına. Kardeşinin kanını
dökmüş ve derin bir pişmanlıkla dağlara kaçarken bütün varlık onun ardından
şöyle sesleniyordu: “Kaçış nereye?” Kaçabilecek
miydi günahından? Hayır. O artık nesline ifsadı, katli ve en önemlisi şeytanla
iş yapmayı öğretmişti. İnsanoğlu Kabilden miras aldığı ifsadı, katli ve
şeytanla iş tutmayı geliştirmiş, yaygınlaştırmış ve bulaştırmadığı alan bırakmamıştı.
Fakat bu seferki kaçış bambaşkaydı. Zulüm
küreselleşmiş ve buna herkes ortak olmuştu. İşlenen zulüm sadece insana karşı
da işlenmiyordu artık… Hava, su, toprak, canlı, cansız varlık adına ne varsa zulme
maruz bırakılıyordu. Ve artık insan, kendine kaçabileceği, sığınabileceği bir
köy dahi bırakmamıştı.
Kurulduğundan
beri dünyanın, böylesine büyük ve küresel ölçekli bir hastalığa/yıkıma maruz
kaldığını tarih yazmamıştır. Ve Muhtemelen tarih kitapları bunu son olarak da
yazmayacaktı. Evet, İnsanlık bu büyük küresel felaketin karşısında acziyet
içinde kıvranıyordu. Dünyayı saran bu felaketin sorumlusu insanlıktı. Çünkü bu
suçu hep beraber işlemişlerdi. Öyle bir
zihin üretilmişti ki, kimisi suça fiili olarak iştirak etmiş, kimileri teşvik
etmiş, kimileri “keşke bizde yapabilsek” diyerek gıpta ile seyretmiş ve
diğerleri de sessiz kalarak işlenen suça ortak olmuştu. Ve gelinen nokta;
acziyet, pişmanlık ve sığınacak yer bulamama… Ne zaman biteceği ile ilgili bir
tahmin bile yapılamayan bu hastalık derin izler bırakacak gibi. İnsanlık için
yeni bir milat olur mu bilinmez ama Covit-19, tarihte bir kırılma noktası
olacağı artık herkes tarafından ifade ediliyor, yazılıyor, çiziliyor. Bunların
bir kısmı böyle bir felaketin tekrarının yaşanmaması için “felaketten ders
alınması” noktasında bir şeyler üretirken, bir kısmı da, krizi “fırsata
dönüştürme” etrafında akıl yoruyor.
Şu can alıcı soruyla işe başlayalım: “Biz buraya ne ara
geldik?”
Modern insanı
belki de en iyi tarif eden kavramlardan biridir, şiddet. Yanlış anlaşılmasın;
şiddet, insanın yeni keşfettiği ya da daha çok başvurduğu bir şey değildir.
Şiddet, insanlık tarihi boyunca güç elde etmek ya da elde ettiği gücü kaybetmemek
adına başvurulan bir olgudur. Habil ve Kabil kıssası bize bunun ne kadar eski
bir sapma olduğunu göstermek açısından önemlidir. Şiddetin kaynağı insanda,
kendini ve sevdiklerini koruma adına diğer canlılardaki gibi içgüdüsel bir
durum değildir. Bilakis kendisinin haricindeki tüm varlığı tehdit eden bencil ve
sapkın bir ruh halidir. Bu yüzden şiddet kavramı insan geliştikçe ve
güçlendikçe etki alanı ve niteliği de gelişmiştir. İnsan sadece kendi cinsine
değil, doğaya, canlı cansız tüm varlığa şiddet uygulayan bir varlıktır.
Dolayısıyla şiddete maruz bırakılan alan o kadar genişledi ki, gökyüzünün ve
okyanusların derinliğinde olmak bile kimseyi buna maruz kalmaktan kurtaramadı.
O zaman
soru şu: Şiddeti tetikleyen şey nedir? Şiddet, öncelikli olarak sevgi ve
güvenin olmadığı yerlerde yeşerir. Modern insan, bencilleşerek paylaşmayı
unutmuş, yaşamın merkezine kendini koymuş ve sadece kendini önemsemişti. Sanayi
toplumu sadece makine üretmemiş insanı ve insani ilişkilerini de makineleştirmişti.
“İnsanı, insanın kurdu” olarak tanımlayan zihin artık insanı, “dijital bir
robot” olarak tanımlamaya başlamıştı. Artık insan kendi ürettiği yapay zekâ ile
yarışan ruhsuz ve acımasız mekanik bir varlıktı. Kendi ürettiği makinanın
şiddeti kendine dönmüştü.
Modern
insanın yeryüzünde bir cennet kurma hayali bitmiş, yeryüzü artık fabrika ve
laboratuvara dönüşmüştü. İnsan köyüne dönüp bir kaç dönüm arazide hayatını
idame ettirebilme güvencesine bile sahip değildi. Çünkü yeryüzüne o kadar komplike
bir savaş açılmıştı ki, artık köylerde bile güvenli bir alan yoktu.
İnsanoğlunun
doğa ile ilişkilerindeki radikal dönüşümün ürünü olan Batı uygarlığı, ürettiği muhteşem
(!) sonucun bedelini hem kendi ödüyor, hem de tüm insanlığa ödetiyordu. Dönüşüm,
organik doğa anlayışından, mekanik doğa anlayışına geçişle başladı. Böylece
insan, insan-doğa ilişkisinin merkezine kendini oturtarak, çevresini oluşturan
her şeyi kendi hizmetkârı olarak görmüş, tahakkümü altındaki varlığa karşı ise kendini
“sorumsuz yetkili” olarak tanımlamaya başlamıştı. Oysa 16.yy’dan önce bütün
diğer kültürlerde olduğu gibi, Avrupa’da da organik/doğal bir dünya görüşü hâkimdi. İnsanlar küçük,
birbirine bağlı birimlerde yaşıyor ve doğanın manevî özelliklere sahip olduğunu
düşünüyordu. Bu mekanik dünya anlayışına nasıl gelmiş ve bütün dünyayı
arkasından nasıl sürüklemişti Batı?
Copernicus’un evrenin merkezinde güneşin
olduğunu söylemesiyle başlamıştı domino taşları yıkılmaya. İncil’in bin yılı aşkın süreyle bir dogma
olarak kabul ettirdiği dünyayı evrenin merkezi kabul eden, görüşü yıkılmıştı. Galileo bu teoriyi kanıtlamakla kalmayıp,
bilimsel deneyciliği, doğa yasalarını matematiksel lisan kullanarak ifade etmeyi
insanlara öğreterek modern bilimin temelini atmıştı. (F. Capra) Kiliseye rağmen doğan ve gelişen bu anlayış
doğal olarak kendini seküler olarak konumlandırdı.
Aynı
yıllarda Francis Bacon'un, Galileo’yu tamamlayan fikirleri bilimsel arayışın
özünü ve amacını kökten değiştirdi. Bacon’dan sonra bilimin amacı, aydınlanmak
ve doğayı anlamak yerine, “doğaya egemen olup onu denetleyecek bilgiyi elde
etmek” şeklinde yeniden kodlandı. Artık bilimin gayesi olan, doğanın düzenini
anlama ve onunla uyum içinde yaşama olan hikmet/irfan felsefesi, yerini doğaya
hâkim olma ve ona sınırsız tahakküm etme anlayışına evrildi. Bilim, artık
kilisenin istediği gibi, “Tanrı’nın yüce şanı” için yapılmayacak, kendine
va’dedilen cenneti yeryüzünde kendisi inşa edecekti. Francis Bacon’a göre
insanın amacı ve mutluluğu, doğaya egemen olmasıyla ilişkiliydi. Doğaya egemen
olmak ise onun yasalarını bilmekten geçiyordu. Bu insanı doğa karşısında özgür
kılacak yegâne yoldu. Yapılması gereken, doğanın bilgisini elde ederek onu kontrol
altına almak ve onu insanın daha iyi ve mutlu yaşaması için kullanmaktı. Bacon’a
göre doğa, ‘”kıstırılıp avlanmalı”, “hizmete mecbur edilmeli” ve “köle”
yapılmalıydı. Bu da yetmezdi. Doğa, “dizgin altına alınmalı”, ve “sırları,
işkenceyle zorla ortaya çıkarılmalıydı”. (F. Capra)
Descartes’e
göre maddesel evren bir makine olduğundan, maddede hayat ve manevilik söz
konusu olamazdı. Doğanın işleyişi mekanik kurallara tabi olduğundan, maddesel
âlemdeki her şey, onu oluşturan parçaların düzeneği ve hareketi ile
açıklanabilirdi. Doğayı bir “organizma” yerine bir “makine” olarak gören bu anlayış,
insanların doğal çevreye yönelik tavrını ciddi anlamda etkiledi. (F. Capra) Böylece Ortaçağa
hâkim olan; insana yeryüzünün bir emanet olduğunu ve yaptığı işlerden sorumlu
olduğunu söyleyen “tanrı merkezli” bakış açısını yıkılmış, insanı merkeze alan
bir zihin üretilmişti. İnsan güya, doğayı tanrının elinden almış, “doğanın yeni
efendisi ve sahibi” olarak onu insanlığın hizmetine sunmuştu.
Fakat insan
çok geçmeden bu kontrolsüzlüğün başka bir felaketi tetikleyeceğini görmede
gecikmedi. Doğal kaynaklar sınırlı, insan arzuları sınırsızdı. Bir tüketim
makinasına dönüştürülen insan, doğal kaynakların artışından daha hızlı bir
katsayı ile çoğalıyor, o oranda da tüketiyordu. Malthus, kendi başına
bırakıldıklarında, insan nüfusunun çok hızlı artacağını söylüyor ve nüfusun
kıtlık, savaş, hastalık ya da zor aracılığıyla dizginlenmesinin gerektiğini
savunuyordu. Ona göre, geometrik olarak artan insan nüfusuna karşılık besin
kaynakların aritmetik olarak artması insan neslini açlıkla karşı karşıya
getireceği kesindi.(Pepper) Birilerinin daha mutlu olması ve hayatta
kalabilmesi için birilerinin yaşamaması gerekmekteydi. Yani var olmak, "sürekli
savaş" demekti. Ekonomik endişelerle ileri sürülen bu iddiadan Darwin,
kendine “doğal seleksiyon” kuramını oluşturdu. Eğer bir canlı, hayatın karmaşık
ve kimi zaman değişen koşullarında hayatta kalabiliyor ve ona uyum
sağlayabiliyorsa doğal olarak “seçilmiş” anlamına geliyordu.
15. ve
16. yüzyılda temelleri atılan aydınlanma çağı, Batı uygarlığının yeni insan ve
toplum inşa etme projesinin düşünsel ve felsefi temellerini oluşturdu. Voltaire’ın;
toplumu, devleti ve evreni yeniden açıklama adına, “Tanrı vardır ve evreni
yaratmıştır, fakat evrenin işlerine müdahale etmez” şeklinde formüle ettiği deist
anlayışla, “evrene müdahil” tanrı anlayışı ortadan kaldırılmaya çalışıldı. İnsan,
kendi yaşamını belirleme, toplum ve devlet düzenini oluşturma, bilim yapma vs.
konularda kendi başına ve özgür olmalıydı. Bilginin kaynağı sekülerleşince,
insanı “kim ve nasıl kontrol edecek” sorusu havada kalmıştı. Bunun yarattığı
tehlikeleri, insan yüzleştikçe öğrenecekti ama işe yaramayacaktı. Çünkü artık
insan elde ettiği bu gücü geri vermek istemeyecekti.
Yukarıda
özetlemeye çalıştığımız aydınlanma döneminin düşünsel serüveni şöyle bir sonuca
ulaşmıştı: Tabiata bağımlılık, “insan özgürlüğünün” önündeki en büyük engeldi
ve bu yıkılmalıydı. Bu düşünce 19. yüzyıl sanayi devrimine ilham kaynaklığı
yaptı. Bu bakış açısı makineleşmenin ve teknolojinin kontrol edilemez hızı
karşısında insanı hızla tabiattan uzaklaştırdı. Böylece tabiatın insana bir “emanet”
olduğu düşüncesi ortadan kalktı ve aydınlanmanın seküler insanı, kendi cinsi
dâhil her şeyi sömürme ve katletme yetkisini kendinde görmeye başladı. Ana gibi
gördüğü tabiatın gizli hazinelerini almak için “onun karnını deşmekte” herhangi
bir sakınca görmüyordu. Yaşamak için güce, güç için her şeyi yok etmeye hazırdı.
Doğa artık “hakikati arama” alanı değil, her şeyi kontrolsüzce ve hesap
vermeden istediğini yapabileceği bir alandı.
İnsanın “yeryüzüne hâkim olma” hayali artık
bir korku filmine dönüşmeye başlamıştı. Küresel sıcaklığın doğaya verdiği
tahribatlar, kirlenen hava ve suyun oluşturduğu çevresel felaketler, hastalıklar,
besin zincirlerinin kopmasıyla oluşan yok oluşlar, hayatı kolaylaştıracağı
düşünülen teknolojik yeniliklerin hayata ve insan sağlığına verdiği zararlar…
Evet, felaketler saymakla bitmiyordu ve insanın artık ne kaçacak yeri ne de
bunlarla baş edecek enerjisi kalmıştı. Tabiat adeta kendine karşı açılan
savaştan dolayı insandan intikam alıyordu. Hayır, aslında bu intikam değil, sünnetullahtı. “Ekini ve nesli bozan” insanın ifsadı kendi
sonunu hazırlıyordu. Çünkü yaşanan her şey insanın “kendi elleriyle”
yaptıklarının sonucuydu.
Bilginin
güç olarak tanımlanmaya başladığı bir dünyada üretilen her şey, insana şiddet ve
tahribat olarak geri dönüyordu. Bilgiyi tanrıya karşı savaş olarak algılamaya
başlayan insan aslında kendi varlık sebebiyle savaşıyordu. Bilgiyi bir silah
gibi kullanan insan, bireysel ve toplumsal hayatın binlerce yıllık tecrübesini elinin
tersi ile itmiş, dinin kendisine sağladığı güvenlik duvarını sırf kendi bencil
çıkarları için yerle bir etmişti. Artık onun hak, adalet, yardımseverlik, emanet,
cömertlik, dürüstlük fedakârlık gibi kavramlara ihtiyacı yoktu. Bencillik, haz,
hız, hırs, güç, zulüm, hıyanet gibi kavramlar hayatına şekil veriyor ve her
biri yaldızlı cümlelerle hayatının merkezine yerleşiyordu. Ezilmemek, yok
olmamak için ezmek ve yok etmek zorundaydı. Güçlü olmak; adaletli, haklı, doğru
ve dürüst olmak anlamına gelmiyordu artık. Güçlü olmak; zengin olmak, popüler
olmak, önemli yerlerde olmak, saygı görmek anlamına geliyordu.
Yaşamı bir “savaş”
olarak algılayan zihin kendisine boyun eğmeyen her şeye karşı savaşmaya
hazırdı. Açılan bu savaş, yaratıcıya açılan bir savaştı ama bu onun umurunda
değildi. Tanrı, ya doğayı insana terk edecek (laiklik-deizm) ya da insanın özgürlük
savaşına karşı çıkmanın bedelini Nietzsche’nin dediği gibi “ölerek” (ateizm)
ödeyecekti.
Aydınlanma
döneminde insan her şeyi parçalarına ayırdı. Modern bilimin ihtisaslaşma adına
yaptığı bu parçalama sadece bununla sınırlı kalmadı, insanın kendi zihnide
parçalandı. Bütünden ayrılan her bir parçayı tekrar parçalarına ayırarak bütünü
ve bağlamı yok etti. Böylece bütünü görmeyi, o parçanın bütün içindeki değerini
anlamayı göz ardı etti. Büyük resmi kaybeden insan, parçaladığı her şeyin
karşısında kendini büyük/tanrı gibi görmeye başladı. Oysa her parçalanma; büyük
resimdeki bir yerin dağılmasına, bozulmasına neden oluyordu. Evet, genetiğini
değiştirerek daha sağlam ve daha çok ürün elde etti ama tabiata ve kendine
vereceği zararı göremedi. Üretilen robotlara insanın yapacağı işler belki de
daha iyi ve daha ucuza robotlara yaptırdı ama insanlar işsiz ve işlevsiz kaldı.
Artık daha az insana ihtiyaç vardı ve insan güç sahibi insanlar için artık bir
kamburdu. İnsan artık sayısal değerden başka bir şey değildi.
Batı, seküler bir dünya inşa ederken, İslam dünyası kendi dogmalarının pençesinde kıvranıyordu. Batı karşısındaki geri kalışının ve yenilgisinin sebebini “Batı aklını” transfer ederek atlatabileceğini sanmış ve seküler dünyaya eklemlenmişti. Artık Tanrıya kafa tutan, tabiatı sorgusuz sualsiz sömüren bu akla “dur” diyebilecek son kale de düşmüştü. Kendisine verilen “emaneti” korumak bir tarafa, hıyanet edenlerle birlikte iş tutan bu anlayış belki de dünyanın son ümidini de tüketmişti.
Oysa İslam inancının temelini oluşturan tevhid, Allah’ın birliğini doğrulayıp benimsemenin ilerisinde bir duruştu. Yani tevhid; bir tespit değil, tavır ve davranıştır. Hayatımızın bütününü etkileyecek bu taahhüt, bir davranış protokolüdür. Roger Garaudy’nin tabiriyle tevhid; “önemsiz ve en gündelik olaylarda bile Müslümanın davranışına, dünyayı canlı bir birliğe dönüştürecek, evrensel topluluğun oluşması yolunda Allah’ın hikmetini yeryüzünde gerçekleştirecek görevler yükler. Allah’ın birliğine iman, bu düzensiz dünyada Allah yolunda mücadele ederek o inancı ispat etmekle olur. Ekonomiden ahlaka, siyasete bilimden sanata her alanda… Bu, direniş ruhu yani “cihat” olmadan tevhid olmaz.”
Batı sahte bir gelecek inşa etti. Tanrıya
rağmen yeryüzünde tanrılık tasladı. Temelinde isyan, hız ve haz olan bu anlayış,
kan zulüm ve gözyaşından başka bir şey getirmedi insanlığa. Bir avuç mutlu
azınlığın mutluluğu uğruna dünya acımasızca sömürüldü. Fakat asıl problem, mülkiyetin
Allah’ın insana verdiği bir vekâlet olduğuna iman eden Müslümanların bu sömürüye
karşı durmak, insanlığa alternatifler sunmak yerine Batı’nın değerlerini model
alarak onları taklit etmesi oldu. Oysa inandığı din; insandan, tabiatın ahenkli
işleyişinde Allah’ın işaretlerini/ayetlerini görmesini ve işleyişe tabi olmasını
istiyordu.
Evet,
gelinen nokta da köye kaçmak insanı kurtarabilecek miydi? Daha doğrusu kaçabileceği köy bırakmış mıydı
geride? Artık köylerde düğününde halay çekebileceği Fadimeler de yoktu. Köy
artık nostaljik bir özlemdi ama realiteye uygun değildi. Kendisini kurtarabilme
umudu olsa bile çocuklarını kurban olarak vermişti modern dünyanın acımasız
kollarına… Bir ümit olarak geldiği köyünün harabeye dönmüş evleri arasında ilerlerken
ardından tüm kâinatın şöyle seslendiğini duyar gibiydi: “Kaçış nereye…” 11.08.2020 VELİ KURT
Yorumlar
Yorum Gönder