O BİR ÖĞRETMEN İDİ...

 



  O BİR ÖĞRETMEN İDİ…

                 Allah¸ insanı halifesi olarak yaratmış ve kendine kulluk yapsın diye yeryüzüne indirmişti. Rahmetinin bir tecellisi olarak onlara doğru yolu göstermesi için, kendi içlerinden peygamberler tayin etmiş, yollarını aydınlatmıştı. Seçilen bu peygamberler, tebliğci olmanın yanı sıra insanlara hayatlarıyla da örnek olan birer modeldi. Görevleri meşakkatliydi. Bu mücadelede karşılarına bazen ana babaları, evlatları ve kardeşleri, bazen yakınları, akrabaları, kavimleri ve yöneticileri çıkmış, akıl almaz işkencelerle karşılaşmışlardı. Ama onlar yılmadan, sabırla ve en güzel şekilde mücadele ederek gelecek nesillere örnek olmuş, ışık tutmuşlardı. Allah elçilerinin öğrettikleri, uyguladıkları ve bunları yaparken takip ettikleri yöntemler, insanlara örnek olmanın da ötesinde sürdürülmesi gereken ilkeler olarak birer mirastır.

                Hz. Muhammed bu altın silsilenin son halkasıdır. O, nübüvvettin öncesinde de sonrasında da toplumunun içinde doğruluğu ve güvenilirliğiyle her zaman dikkat çekmiş, insanları etkilemiş birisiydi. Peygamberlikle görevlendirildikten sonra artık onun hayatı, “yaşayan Kur’an” olarak bütün Müslümanlara örnek olacaktı: “Andolsun Allah’ın elçisinde sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb 21) Tüm peygamberlerde olduğu gibi Hz. Muhammed’in mücadelesinin de üç aşamadan oluştuğunu görmekteyiz. Öncelikle o, Rabbinden ilâhi mesajları öğreniyor, sonra bu öğrendiklerini ulaşabildiklerine tebliğ ediyor ve sonrasında, öğrenip öğrettiklerini bizzat uygulayarak takipçilerine örnek oluyordu. Bu yüzden Hz. Âişe, “Onun ahlâkı Kur’an ahlâkıdır.” demişti. 23 yıllık mücadele bunun hasılasıydı.

                  Atalarından gördüğü gibi yaşayan ve bunu bir kıvanç meselesi hâline getiren Arap cahiliyye toplumunun karşısında, “Oku!” emriyle yepyeni bir zihin inşa etmek için görevlendirilmişti. Bu yük öylesine ağırdı ki “Şayet biz, bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun onu, Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, parça parça olmuş görecektin. İşte biz, belki düşünürler diye, insanlara böyle örnekler veririz.” (Haşr 21) diye tanımlanacaktı. Böylesine ağır bir görevde Rabbi onu yalnız bırakır mıydı? Elbette hayır! Kavmini, atalarından miras olarak devraldıkları ve hayatlarını ona göre tanzim ettikleri inançlarından, kutsal kabul ettikleri değerlerinden vazgeçirmek kolay bir iş değildi. Önce bu değerlere “Lâ” (hayır) demesi gerekiyordu yenisini inşa edebilmek için. 40 yıldır içinde yaşadığı kavminin kendisine duyduğu güven önemliydi. Rabbi onu bugünler için tertemiz bırakmıştı. “Sen gerçekten çok üstün bir ahlâk üzeresin.” (Kalem 4) O görevine, doğru sözlü ve emin bir kişi olarak başlamıştı ki bu az bir şey değildi zihinleri ve kalpleri değiştirmek için. Öyle diyecekti sahabeler, “Biz önce ona güvendik, sonra Kur’an’a inandık.” Çünkü muhatap, söylenen sözden önce söyleyen kişiye bakardı. Tebliğcinin bu hataya düşmemesi için şöyle der yüce Allah: “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (Saff 2-3) Eğer kendine bu denli güvenmeseydi, Safa Tepesi’nde kavminin karşısına ilk defa geçtiğinde, “Size şu dağın arkasında düşman ordusu var desem bana inanır mısınız” diye sorabilir miydi? O, bu soruyu sorarken cevabın, “Elbette inanırız çünkü biz senin yalan söylediğini hiç duymadık.” olacağını biliyordu. Çünkü o, el-Emin’di.

               Bir toplumu değiştirmek için güvenilir olmak önemliydi ama yeterli değildi. Safa Tepesi’nde, bunun o kadar kolay olmayacağını kendisi de görmüştü. Az önce, “Sana güveniriz, sen yalan söylemezsin.” diyen kavmi, putlara tapmanın şirk olduğunu, bir olan Allah’a inanmanın gerektiğini ve kendisinin bunu anlatmak için görevlendirildiğini söylediğinde işin rengi değişmişti. Ama artık ok yaydan çıkmış, büyük mücadele başlamıştı. Önce basit karşı çıkmalar, sonrasında dozu giderek artan baskılar.

             Görev çetin ve büyüktü. “Elif lam mim. Bu (Kur’an) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yüce ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim 1) Her türlü baskı ve şiddete rağmen o, “bu kitabı” anlatmaya devam edecekti. Hz. Peygamber tebliğini sürdürürken sadece baskılara değil, aynı zamanda kendisine getirilen cazip tekliflere karşı da direnmeliydi: “Onlar senden uzlaşmanı arzu ederler ve böylece kendilerinin de uzlaşacaklarını söylerler.” (Kalem 9) Getirilen teklifler arasında mal mülk, kadın, krallık ve gerekirse dönüşümlü iman da vardı. Tebliğciye işin kolayına kaçmak değil, Rabbin istediği şekilde tebliğini sunmak düşerdi.

                 Nebevi mücadeleler, yaşanan bu zorlukların tarihiydi. Bireysel ve toplumsal bir değişim için gelirdi peygamberler. Ama onlar bu değişimi, tarihin büyük kralları, komutanları gibi tepeden inme ve baskıyla yapmaz; yürekleri fethederek, gönüllülük esasına bağlı olarak yaparlardı. Bu sebeple değişim sürecinde ortaya koydukları örneklikler, ümmetleri için oldukça önemliydi. Yapılan iş, tebliğle birlikte yürütülen bir eğitim süreciydi ve peygamberler bu sürecin büyük eğitimcileriydi.

                  Hz. Peygamber, muhatabına bir şey anlatırken onu iyi tanır ve onun kapasitesine göre konuşurdu. Çünkü siz ne anlatırsanız anlatın, karşıdakinin anlayacağı şey, kendi kapasitesi ölçüsünde olurdu. Bunda yadırganacak bir şey yoktu, bu bir sünnetullahtı. Çünkü Rabbimiz, insanları farklı kapasitelerde yaratmış, her insanı kendi kapasitesi ve anlayışı ölçüsünde imtihana tâbi tutmuştu. Yaratılışın ve imtihanın bu hikmeti anlaşılmaz ve herkes aynı kategoriye sokulursa bu hem anlatanı, hem de dinleyeni sıkıntıya sokar, en önemlisi de anlatılan şeyi anlamsızlaştırırdı. Bu durumun farkında olan Peygamber Efendmiz eğitimde ferdî farklılıklar ilkesine dikkat eder, muhataplarının zihinsel kapasitelerini, yetenek ve eğilimlerini, ihtiyaçlarını, zaaflarını, tutkularını iyi bilir ve buna dikkat ederdi. Örneğin kendisine, “en hayırlı amelin” hangisi olduğunu soranlara, durumlarına göre cevaplar verirdi. Birine “annene ve babana iyilik etmendir”, diğerine “beş vakit namazını kılmandır”, bir diğerine ise “Allah yolunda cihad etmendir” demişti. Böyle söylemesinin sebebi, bu amellerden birini diğerine tercih etmesi değil, soruyu soranın durumunu, ihtiyacını ve kapasitesini bilmesi ve buna dikkat etmesinden dolayıydı.

                Allah Resulü, insanlara bir şey anlatırken ve öğretirken aceleci değildi. Çünkü bilirdi yaptığı iş, sonuç odaklı değil, kalite odaklıydı. Kime, neyi, ne kadar zamanda vereceğini iyi bilirdi. Kur’an’ın usulü de bu değil miydi? Rabbimiz, ilk vahiylerde önce rab, ilâh gibi tevhidî kavramları dile getirmiş, direkt putları muhatap alan ayetleri ise çok daha sonra indirmişti. Yani önce zihinleri ve kalpleri hazırlamış, sonra eylemi sunmuştu. Hz. Peygamber, belli ön kabulleri olan ve inandıkları şeyler konusunda oldukça inatçı olan bir topluluğa gönderilmişti. Yetişkinlerin atalarından miras olarak aldıkları ve bu kültürle harmanladıkları hayat tarzlarını, düşünce yapılarını bir anda terk ederek onların yerine yenilerini koymaları kolay değildi ve zaman alacaktı. Dolayısıyla zihinlerdeki ve yaşantılardaki köklü değişiklikler için psikolojik hazırlık ile alıştırma süresine ihtiyaç vardı. Bu da sabır gerektirirdi.

                Sunulan şey ne kadar önemli olursa olsun muhatabın önem sırasındaki yeri kadar değer kazanacaktır. Dolaysıyla zamanlama çok önemliydi. Karşıdaki insanın ruhen, bedenen ve zihnen anlatılacakları dinlemeye hazır olması gerekirdi. Aksi takdirde anlatılanlar, iki taraf için de işkenceye dönerdi. Hz. Peygamber vaaz ve ilim sohbetlerinde ashabının uygun vakitlerini gözetir ve sıkmadan anlatırdı. Her gün değil, ara ara ve gerektiğinde nasihatlerde bulunurdu. Böyle davranması hem kendine, hem anlattığı konuya, hem de muhatabına duyduğu saygıdan kaynaklanıyordu. Zira karşısındakileri dinlemeye mecbur bırakmak, kendisine “nefreti” arttıracağı gibi anlatılan konuya da nefret uyandıracaktır.

                 Dinin birçok alanı soyut kavramlardan oluşur. Soyut düşünebilmek ise belli bir düzeyi gerektirecektir. Bu sebeple bazı insanlar soyut kavramları anlamakta güçlük çekecektir. Böyle insanlar gözleriyle görmeden, kulaklarıyla duymadan anlatılan konuyu anlayamayacaklardır. Bu durumlarda muhataba konuyu somutlaştırarak anlatmak hem konuyu anlaşılır kılacak, hem de zihinde kalıcı etki bırakacaktır. Kur’an’ın gaybi konuları anlatırken takip ettiği usul de budur. Cenneti ve cehennemi dünyada karşılığı olan şeylerle tasvir etmiştir. Çünkü insan, görmediği bir şeyi ancak gördüğü şeyler üzerinden bağlantı kurarak anlayabilir. Peygamber Efendimizde bazı soyut kavramları, anlaşılması kolay ve göze hitap edecek tarzda şekiller çizerek anlatmış, böylece zihinlerde canlandırılması zor olan bazı meseleleri muhataplarına daha net anlama ve algılama olanağı sunmuştur. Soyut bir kavram olan “Allah’ın yolu” kavramını düz bir çizgi çizerek, batıl yolları ise bu düz çizginin sağına soluna çizdiği çizgilerle anlatmıştır. Yine kader-kaza, tabii ölüm, ansızın ölüm gibi soyut bazı konuları da çizgi ve resimlerle açıklayıp anlatmıştır.

                 Muhatabın dikkatini diri tutmak, düşünmediği şeyleri düşünmesini sağlamak için soru sorma ve karşılıklı diyalog çok önemli bir tekniktir. Sorulan sorulara aranan cevaplar, muhatabı da olayın içine çeker. Hz. Peygamber bazen dinleyicilerin zihin dünyalarını, anlatacağı konuya hazırlamak ve dikkatlerini çekmek için öğretime hazırlayıcı sorular sorar, bazen soruya soruyla karşılık vererek muhatabın dikkatini bir noktaya toplardı. Sorular çoğu zaman da kişiye muhatabını tanımak için önemli fırsatlar doğurur. Verilen cevaplar, kişinin kalitesini ortaya koyar zira. Soru sormak, muhataplarını düşündürmeye, keşfetmeye yöneltmek için de çok önemlidir. Peygamberimiz, bu tekniği de çokça kullanmıştır. Kendisine sorulan soruları cevaplandırırken bazen cevabı geciktirerek, muhatabın sorusunu tekrar etmesini sağlar, cevabın birkaç maddeyle verileceği durumlarda önce cevabın kaç maddeden oluştuğunu bildirir, daha sonra maddelerdi. Sorunun cevabının, muhatabı utandırma ihtimali varsa önce nazik bir hazırlık süreci hazırlar ve soruyu üstü kapalı, kinayeli bir şekilde cevaplardı.

                   Temsil metodu, “düşüncelerin daha iyi anlatılması için bazı kavram ve fikirlerin örneklerle anlatılması” için önemli bir metottur. Verilen örnekler ne kadar, insanların yakınında gördüklerinden, tattıklarından, hissedip tutabildiklerinden olursa o kadar etkili olur, muhatapların meseleleri anlamaları kolaylaşır. Hz. Peygamberin de çokça kullandığı bir metottu bu. Kur’an okuyan mü’mini, kokusu ve tadı olan portakala, okumayanı ise tadı olan fakat kokusu olmayan hurmaya benzetmişti. Yine Kur’an okuyan münafığı kokusu güzel, tadı acı olan fesleğene, okumayanı ise kokusu ve tadı acı olan Ebu Cehil karpuzuna benzetmişti. Toplumsal hayatta bir arada yaşamayı, bir geminin alt ve üst katlarında yolculuk eden bir gruba benzeterek şöyle demiştir: “Bir grup insan, denizde bir gemiye bindiler. Yerlerini kura çekerek belirlediler, her birine bir yer düştü. Onlardan biri, baltayı alıp yerini delmeye başladı. Ne yapıyorsun diye sordular. O, istediğim şeyi yapıyorum dedi. Ona engel olurlarsa, kendileri kurtuldukları gibi onu da kurtaracaklar, kendi başına bırakırlarsa o da, gemidekiler de boğulacaktır. Helak olmadan önce aşağılık adamlarınıza mâni olunuz.” Yine bir defasında iyi arkadaşı, misk taşıyan kimseye, kötü arkadaşı ise körük üfüren kişiye benzeterek anlatmıştı. Yine mü’minin kararlılığını, rüzgârın eğmesinin ardından tekrar ayağa kalkan ekinlere, münafığın kararsızlığını ise iki sürü arasında gidip gelen koyuna benzetmişti.

                 Sevgi ile yaklaşmak ve hoşgörü ile davranmak, eğitimde başarıya ulaşabilmek için temel şartlardan birisidir. Hz. Muhammed, bütün mücadele süresince kendisine gösterilen her türlü sert tepki ve hoşgörüsüzlüğe rağmen, herkese sevgi ve hoşgörü ile yaklaşmıştı. Kendisine eziyet edenlere bile kesinlikle lanet etmemiş, aksine onların hidayeti için dua etmişti. Bunun en güzel örneğini, Taif’te kendisini taşlayanlara karşı gösterdiği tavırda görürüz. Kendini taşlayanlar için, “Onlar bilmedikleri için böyle davranıyorlar, onları affet!” diye dua ediyordu.

               Hz. Peygamber, kendisine vahiyle bildirilmemiş olan konularda kendi görüşünü mutlak doğru olarak görmez, meseleleri daima ashabıyla tartışıp fikir paylaşımında bulunurdu. “Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân 159) Ayette de ifade edildiği gibi, onlarla istişare etmek, aynı zamanda sevgi ve hoşgörünün de bir tezahürüydü.

Bireyin eğitim öğretiminde motivasyonu artırmak için ödül ve ceza çok önemlidir. Bu, kulluk sürecinin de en önemli enstrümanlarından biridir. Cennet ve Cehennem uyarısını Kur’an nasıl sık sık kullanmışsa, Hz. Peygamber de tebliğ sürecinde bu metodu sıkça kullanmıştır. Bu metotla kişide olumsuz sonuçlardan kaçınma ve olumlu sonuca ulaşma arzusu uyandırılır, sorumluluklarına karşı güçlü bir ilgi ve motivasyon sağlanmış olur. Hz. Peygamber, yapılmasını istediği hayırlı şeylere teşvik için özel gayret gösterip ödüller koyarken aynı zamanda yasakladığı şeylerin yapılmasının nasıl sonuçlar doğuracağı konusunda onları uyarırdı. Bunu yaparken hayırlı işlerin sevabını zikredip sağlayacağı faydalara dikkat çeker, yasaklarla ilgili olarak da azabı ve kötü neticeyi hatırlatıp ikazlarda bulunurdu. Teşvik ve sakındırma arasında daima dengeli bir yol izleyip itidali gözeten Hz. Peygamber, muhataplarını sadece korkutarak nefret ettirip uzaklaştırmadığı gibi sadece teşvik ederek tembelliğe de sevk etmezdi.

                     Hz. Peygamber, söylediklerini bizzat uygulayarak örnek olmuştur. O, öğüt vermekten çok, uygulamaya önem verirdi. Kendisinin yapmadığı şeyi başkasından istemezdi. Kendisi tüm insanlara eşit ve adaletle davranmış, böylece başkalarından da adaletli olmalarını istemeye hak kazanmıştı. Irk, renk, kabile, cinsiyet vb. ayrımları hiç dikkate almamış ve sürekli insanların eşit olduklarını ifade etmişti: “Sizler hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap olanın Arap olmayana üstünlüğü olmadığı gibi, Arap olmayanın da Arap’a karşı üstünlüğü yoktur.” Bütün bunlar aynı zamanda kul hakkıydı ve Allah’ın affetmeyeceği günahlardandı. Kendisi bu konuda o kadar duyarlıydı ki vefatına yakın insanları toplayıp, “İşte sırtım! Sırtına vurduğum kısas yapsın. Malını aldığım, işte malım¸ içinden hakkını alsın. Hakaret etmiş isem işte şerefim, intikamını alsın. Kimse benden bir itiraz gelecek diye de çekinmesin.” diyerek kul hakkına olan saygıyı öncelikle kendi hayatında göstermişti.

                  Peygamberimizin eğitim öğretim sürecinde dikkat ettiği başka özellikleri de sıralayarak konuyu özetleyelim. Konuşmalarını etkili olması için kısa ve özlü, akıcı, samimi, nazik, seviyeye uygun, ses tonunu iyi ayarlayarak, jest ve mimikleri yerinde kullanarak, bakışlarıyla dinleyiciyi etkileyerek, heyecanlarını kontrol ederek, kendisine karşı çıkanlara karşı olgunlukla cevap vererek yapardı. Anlattığı bir konuyu bazen elindeki herhangi bir şey ile toprağa çizerek bizzat gösterir ya da benzetme ve halk arasında yaygın olarak kullanılan örnek veya kıssalarla süslerdi. Konuşmalarında bazen anlattığı konunun önemine dikkat çekmek için sesini yükseltir veya uzunca susar ya da üç defa tekrar ederek vurgulardı. Böylelikle konu perçinlenmiş, hafızalarda yer etmiş olurdu. Hz. Peygamber konuşurken beden dilini de iyi kullanır, gözleriyle bütün dinleyicileri tarar, dinlerken muhatabının gözlerinin içine bakardı. Bazen dinleyicisini omzundan veya elinden tutar, muhabbetini açık ederdi.  

                                                                                                                                   8.7.2021 Veli KURT

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..