FIRAT’IN SUYU SOĞUK AKAR

 

FIRAT’IN SUYU SOĞUK AKAR

                                                                                                                           Öğrencim Alkan'ın anısına 

        Samet’le Muhammed’in yerlerini ayırmak gerek… Yataktan zar zor kalktım. Gece Urfa’nın sıcağı ile boğuşup yorgun düşmüştüm. Açık pencereden perdeleri havalandırarak esen rüzgâr sanki uyanmamı beklemişti. Selami gözlerini kısarak bakıyor tahtaya, ön sıralardan birine oturtmak gerek… Şimdi dışarıdaki güneşe ne kadar dayanıklı olduğumu göstermeye çalışır gibi aceleyle içiyordum kaynar çayı. Ali’leri de barıştırmak lazım artık… Bir göz kapağının hareketinden daha hızlı geçmişti üç sene. Burnumdaki çiçek ilk günkü tazeliğini koruyordu bu sayede. Gece, sınıfta yaşananları, çocukların davranışlarını düşünerek, gözden kaçırdığım bir şey olmadığından emin olarak dalardım uykuya. Sabah olup da uyandığımda o gün yapmayı planladığım şeyleri gözden geçirirken bulurdum kendimi. Hele o gün 8-B’ye dersim varsa ayrı bir heyecan sarardı beni. Öğretmenliğe başladığım sınıf olmasının yanı sıra sınıf öğretmenleriydim onların.

   Çantamı alıp yola koyulduğumda ilk günün heyecanı sarardı bedenimi. Eğer fazla erkenci olmazsam öğrencilerimle karşılaşır, Birecik köprüsünü geçerken Fırat’ın serinliğini onlarla birlikte hissederdim. Onlara küçük bilgiler, nasihatler verir; çoğu zaman da onların dertlerini dinlerdim. Bu muhabbetlerde, bazen öğretmenleri olduğumu unutur, bana abileriymişim gibi davranılardı. Rahat bir şekilde konuşup, başlarından geçenleri anlatırken onlara baktığımda utanır başlarını eğerlerdi. Ben de mümkün olduğunca rahat hissetmeleri için çabalardım. Böylece bir öğretmenin okulda öğrenemeyeceği şeyleri öğrenirdim onlar hakkında. O kadar uzun yol ne ara bitiverirdi anlamaz, şaşardım her zaman. Okulun bahçe kapısından girdiğimizde bana yol boyu eşlik eden çocuklar artık birer öğrenci olur, çantaları sırtlarında, koşturarak binadan içeri girerlerdi. Ben de onları izler, öğretmenler odasına uğramadan direkt sınıfa geçerdim. Öğrencilerim yeni geliyor olurdu. Kocaman bir ailenin saatlerce ayrı kalmış çocukları gibi yaptıklarını anlatırlardı birbirlerine. Ben girince bir sessizlik olur, bir süre sonra varlığım unutulur ve kalınan yerden muhabbete devam edilirdi. Benim de gözlerim kapıda, gelen öğrencilere tebessüm ederek selamlarını alırdım.

   Muhammed’le Samet’i ayırmayı düşündüğüm günün ertesinde sessizleştiklerini fark eder, kararımdan vazgeçerdim. Kararımı fark ettikleri gibi vazgeçişimi de fark eden bu ikili yine eski hâline dönerdi. Dersimde her bir öğrencim ile temasa geçmek isterdim, kimisi sıkıntısını hemen belli ederken kimisi göz göze gelip, birkaç kelam etmedikçe belli etmezdi içinde tuttuklarını. Fakat Alkan’da hiçbiri sonuç vermiyordu. Alkan, alnına dökülmüş kızıl saçlarıyla Urfa’nın siyah saçlı çocuklarından hemen ayırt edilen, öğretmenler tarafından ismi ilk öğrenilen haylaz bir öğrencimdi. Dersin başlarken oturduğu yer ile biterken oturduğu yer arasında epey bir mesafe olurdu. “Ne oldu Alkan, yine su mu çıktı oturduğun yerde?!” dediğimde sadece güler ve usulca yerine geçerdi. Ben bir sıkıntısının olup olmadığını anlamaya çalışırken o, işi birden dalgaya vurarak geçiştiriverirdi. Bazen hasta, bazen yaramaz, bazen de ketum oluşuna bağlardım tavırlarını. Ama her seferinde bir şeyler eksik kalırdı.

        Alkan’la yurtta da problem yaşardık. Öğretmenler haftada bir gün nöbet tutardı yurtta. 8/B öğrencilerinin çoğunun yurtta kalıyor olması nöbet günlerime ayrı bir tat katardı. Âdetimiz olmuştu onlarla yatmadan önce biraz hadis ya da meal okumak. Ama Alkan’ın yatağı her zaman boş olurdu. Bazen yurdun koridorlarında karşılaşırdık ve onun mutlaka birkaç bahanesi olur, siz daha sormadan bir çırpıda sıralayıverirdi. Aslında o da bilirdi benim inanmadığımı ama artık aramızda bir “mış” gibi yapma ilişkisi kendiliğinden oluşmuştu. O mazereti varmış da gelememiş gibi yapar, ben de inanmış gibi yapardım. Ama ikimiz de birbirimizin rol yaptığını bilirdik.

      Teneffüs zili çaldığında ders yine en güzel yerinde kesildi diye düşündüm. Öğretmenler odasına giderken Kantinci Mehmet Abi’den çayımı aldım. O yine her zamanki gibi gülerek “Hocam nohut dürümü de göndereyim mi?” diye takıldı. Bilirdi nohut dürüme alışamadığımı. Ama “kaçak” çayın tiryakisi yapmıştı beni. Benim mekânım kantinlerdi ama yine de ilk saat bir uğrardım öğretmenler odasına. Pencereye yakın bir sandalyeye oturmuş göz ucuyla bahçede koşturan öğrencileri seyrederken bir yandan da yeni ders programına bakıyordum. Kapalı kapısının ardındaki bu oda öğrencilere her zaman gizemli gelmiştir. Boşuna değildi bu. Kendileri bu odada  olmasalar da konunun her zaman kendileri olduğunu bildiklerindendi belki. Yine üç beş öğretmen arkadaş oturmuş bir öğrenciden bahsediyorlardı. Bunlar rutin şeylerdi, çok da kulak vermezdim ama 8-B sınıfından bahsettiklerini anladığımda kulak kabarttım. “Çok değişti, artık derslerde ortalıkta dolaşmıyor, namazda da ön saflarda…” türünden cümleler ve “Evet ya” şeklinde tasdikler… Konu Alkan’dı, anlamıştım. Ondaki bu değişimi ben de fark etmiştim. Önceden derslerle hiçbir alakası olmadığını göstermekten sakınmayan, derslere geç giren Alkan; şimdi ders anlatırken gözlerimin içine bakar, sınıfa benden önce girmeye dikkat eder olmuştu. Demek bu değişim benim dersime özel bir şey değildi ve bunu diğer öğretmenler de fark etmişti. Konuşanların merkezinde oturan ve son sözü söyleyen olmayı seven meslektaşım zilin de çalması ile birlikte “Ne demişler, tohum at bitmezse toprak utansın…’’ dedi. Diğerleri de onu onaylar şekilde kafa sallayarak kalktılar.

         İkinci ders için sınıfa girdiğimde gözlerim Alkan’ı aradı. Sınıfın köşesine geçmiş arkadaşları ile konuşuyordu. Benim girmemle herkesle birlikte o da sırasına geçti. Gerçekten büyük bir değişim geçirmişti Alkan. Bu değişimde benim de katkım vardır diye kendimden bile gizlediğim bir “haz” yaşıyordum. Ama çok sürmedi. Bir şeylerin yanlış gittiğini anlamam için Alkan ile göz göze gelmem yetti. Sanki haftalar önceki Alkan geri dönmüştü, gözlerinde yine umursamazlık vardı. Dersi dinlememiş, anlattıklarımdan sorduğum birkaç soruyu da yarım ağızla cevap vermişti. Sonraki günlerde anladım ki Alkan artık tamamen eski hâline dönmüştü. Geç kalmalarıyla, umursamazlığıyla, söz dinlemezliğiyle eski Alkan… Şimdi öğretmenler odasında onun için “Dökme su ile değirmen dönmüyor, özünde olması lazım” deniyor ve aynı başlar ileri geri giderek tasdik ediyordu bu sözleri. Bense Cuma gününü bekliyordum. O gün yurtta nöbetçiydim ve Alkan ile en rahat biçimde orada konuşabilirdim.

         Namaz kılmak için çocuklarla yurdun mescidine girdiğimizde, kızıl saçları aradı gözüm. Belki önlerdedir diye düşündüm. Namaz bitip de dua etmeye başladığımda fark ettim ki yine gelmemişti namaza. Akşam yemeği için yemekhanedeyken yine göremedim, yemeğe gelmediğini düşünmeye başlamıştım ki kapıdan çıkarken görüverdim. Hızla arkasından çıktım ve merdivenlerde yakaladım.  Omzuna elimi koyarken “Dışarıda biraz konuşalım mı?” diye sordum. Esasında bu bir soru değildi, o da bunu biliyordu ki cevap dahi vermedi. Birlikte yurdun bahçesine çıktık. “Sorun ne Alkan?” diye sordum. Susuyordu. Okuldaki durumunun geçen haftalarda çok iyi olduğunu ama bu haftaya yine ilgisiz başladığını ve daha birçok şeyi söyleyecek, biraz kızacak sonra tavrını değiştirmesini söyleyecektim ona. Ama o, sözlerime başlamamı beklemedi. “Hocam ben yemek yemedim biliyor musunuz?” dedi. Söylemeyi düşündüğüm, aklımda sıraladığım sözler, dedikleriyle domino taşları gibi devrilmeye başladı. “Neden, yemekleri mi beğenmedin?” demeye kalmadan, “Çünkü şu an annem evde aç” deyiverdi. Zihnim bu yaşananları, Alkan’ın dediklerini toparlamakta zorlanıyordu. “Nasıl yani?” diyebildim sadece. Yine en başında olduğu gibi susmaya başladı. Ama bu sefer suskunluğuna, gözlerinin üzerine düşen kızıl saçlarının gizleyemediği gözyaşları eklenmişti. Bir şeyler geveliyordum ama o beni dinlemiyordu. Neden sonra “Babam işsiz, eve bile doğru dürüst uğramıyor. Fırıncı borçlarımız birikti diye artık ekmek vermiyor. Annem aç ve aynı zamanda hasta, yatıyor. Kollarındaki uyuşmalar artık tüm bedenine yayılmaya başladı ve bizim elimizden bir şey gelmiyor.” diye anlattı her şeyi, bir çırpıda. Ve şöyle sordu: “Siz olsanız yiyebilir misiniz hocam?” Biraz durdu, birkaç kez yutkundu. Sonra artık bekleyemez olmuş kara bulutları boşaltacak yağmuru başlatan yıldırımı düşürdü yüreğime, “Hocam Allah’ın benim aileme karşı bir nefreti mi var?”

  Oraya, merdivene çöküp kalmışım. Nereden de sormuştum bu soruları. Oysa bu konuşmadan önce her şey ne kadar da güzeldi. Her torbadan birkaç çürük çıkardı, Alkan da onlardan biri der geçerdik. Her sabah okulda ve her gece yurtta ayetler okur, hadisler nakleder; kardeşlikten, yardımlaşmadan bahsederdik. Oysa bunlardan bahsedenler bile uyumsuzlukla suçlamışlardı onu, suçlamıştık. Şimdi anlıyordum, Alkan yerinde duramıyor, anlatılanları dinlememek için yalanlar uyduruyordu. Anlattığımız dinin onun aç olan annesinin karnını doyurmadığını, hastalığını iyileştirmediğini düşünüyordu. “Komşusu açken tok olan bizden değildir” diyen hocalarının “rol” yaptığına inanıyordu. Hatta o, her şeyin “iyi” bir çocuk olmakla çözüleceğini düşünmüş, Allah’ın gözüne girmek için namazlara katılmaya bile başlamıştı. Fakat bir şeyin değişmediğini anlayınca bundan tekrar vazgeçmişti.

      Bunları düşünürken gözümde Alkanlar çoğalmaya başladı. Ben yardımlaşmadan bahsederken hasta annesini düşünen, evdeki kavga seslerini kulaklarından atamayan, akşam eve ekmek getiremeyen babasının mahcubiyetini gözlerinden silemeyen Alkanlar sınıfta, sınıflarda bir tane miydi cidden? Bugün şunu anlamıştım ki gerçek öğretmenlik 40 dakikalık derste değil, 10 dakikalık teneffüslerde yapılırdı. Öğretmenlik diğer meslekler gibi saat beş deyince ya da kapıyı kapatınca biten bir şey değildi. Mesaisi olmadığı gibi uğraş verdiklerimiz herhangi bir malzeme değildi. Aklıyla, ruhuyla birlikte bir varlıktı karşımızdaki, bir insandı. Yani ben yüreğine dokunamadığım bu çocukların aklına dokunmaya çalışarak kendimi aldatıyordum. Aklım bu fikirler ile dolup taşarken “Hocam bu gece etüt var mı?” sorusu ile kendime geldim. Ne vakittir burada oturduğumu, öğrencimin bu soruyu kaçıncı kez sorduğunu bilmiyordum. Alkan, pimini çektiği bombayı kucağıma bırakmış ve çoktan gitmişti…

   O akşamdan sonra Alkan ile sırdaşlığın oluşturduğu bir bağ vardı artık aramızda. Annesini diğer öğretmen arkadaşların da yardımıyla tedavi ettirmiştik. Sandığımızın aksine kolay da olmuştu. Daha önce haberimiz olsaydı çok daha kolay olacaktı. Haberimiz olsaydı…

***

   Urfa sıcağının kendisinden bahsettirmeye başladığı okulun son günlerini yaşıyorduk. Öğle namazı için mescide girmiştim ki bir öğrencinin duvarın yanına kıvrılmış yattığını fark ettim. Yaklaşınca yatanın Alkan olduğunu anladım. Geldiğimi fark edince kalktı. “Neden burada yatıyorsun, hasta mısın?” diye sordum. Okulun hemen karşısındaki dinlenme tesislerden birinde yaz boyu çalışmak için işe başladığını, sabaha kadar patates ve soğan soyduğunu, bu sebepten uykusuz kaldığını anlattı. “Yurtta yatsaydın ya” dedim. “Yatmıştım hocam” dedi. Biraz durdu, yutkundu ve anlatmaya başladı. Müdür yardımcısı Alkan’ın okul vaktinde yattığını görünce onu kaldırmış, daha gerekçesini dinlemeden yatakhaneden çıkarmış ve epeyce de paylamış… Olanları dinleyince mahcubiyetimden başımı eğdim, bakamadım Alkan’ın yüzüne. Oysa müdür yardımcısı çok müşfik ve samimi bir insandı. Dinleseydi mutlaka izin verirdi yatmasına. Dinlemiyoruz diye düşündüm tekrar. Dinlemiyoruz ve anlamıyoruz… Herkesi dinlediği için Peygamberimizle alay edenler takıldı aklıma. Yine “Öyleleri vardır ki, onlar Peygamberi incitiyorlar ve: “O, her söyleneni dinleyen bir kulaktır” diyorlar. De ki: “O, sizin için bir hayır kulağıdır; Allah'a da inanır, müminlere de.”  Evet, O Mekke’nin mazlumlarını dinleyerek dertlerine ortak olarak başarılı olmuştu. Daha buncacık yaşta kendilerini bu kadar ağır yükün altında bulan çocuklar birilerine dökülecek, dertlerini anlatacaktı. Onları dinleyen biz olmazsak kim olacaktı? Evet, belki problemlerini her zaman çözemeyebilirdik ama onların derdine ortak olduğumuzu bilmeliydiler en azından. Bizler kendimizi peygamber mesleğinin takipçileri olarak görmüş, mesleğimizi bununla kutsamıştık ama onun gibi kulak olmak yerine dil, çene olmuştuk. 

    Okul tatile girmiş, memleketime dönmüştüm. Annem yine işleri sıralamıştı. Bugün fasulyelere sırık yapacaktık. Sıcak bastırmadan bahçede işe koyulmuştum ki annem, Birecik’ten bir öğrencimin beni telefonda beklemekte olduğunu söyledi. Heyecanla koşmuştum telefona. Karşımdaki Alkan’ın sıra arkadaşı Mustafa’ydı. “Hocam” dedi ağlamaklı bir sesle, sustu. Arkası gelmiyordu. “Buyur Mustafa, bir şey mi oldu?” dedim. Uzun bir sessizlikten sonra titreyen bir sesle, “Hocam, Alkan’ı kaybettik” dedi. Urfa’nın sıcağından mı yoksa yanan yüreğinden mi bilinmez, Fırat’ta serinlemek isterken nehrin hırçın suları onu alıp götürmüştü. Şahin canlandı gözümün önünde. “Haydi Şahin söyle türkümüzü” dedim ve bir anda bütün zihnim onun “Şu Fırat’ın suyu akar serindir” diyen yanık sesiyle yankılandı. Bir gün sormuştum öylesine, “Şahin, bu Fırat hep serin mi akar?” diye.  O da gülerek, “Hayır hocam, bazen de soğuk akar” demişti. Ürperdim. Soğukluğunu yüzlerce kilometre öteden, ta Konya ovasından iliklerime kadar hissetmiştim. Kızıl saçları gözlerimin önünde, donup kalmıştım.                

                                                                                                       Veli Kurt-24.11.2022-Konya

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..