Kayıtlar

2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

Resim
                      TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?                 Tasavvuf, zühd ve takva hayatı yaşayarak ruhu temizleme, kalbi kötülüklerden arındırıp hakka tahsis etme, Allah’ın bütün emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma ve akılda daima Allah’ı canlı tutma gayretinin yolu olarak tanımlanmıştır. Fetihlerin artmasıyla başta Hint düşüncesi olmak üzere farklı düşüncelerle temasa giren Müslümanlar bunlardan etkilenmiştir. Bilhassa artan ekonomik gücün sağladığı lüks yaşam biçimine bir tepki olarak mistik hareketler tasavvuf adıyla halk kitlelerinde geniş yankı bulmuştu. Bu yönüyle bakıldığında tasavvuf, dünyevileşmeye karşı bir dik durmayı temsil eden bireysel duruşlar olduğunu söyleyebiliriz. Halk arasında taban bulan bu hareket başlangıçta bireysel bir hareket iken daha sonra kurumsallaşarak bir sisteme dönüşmeye başladı. Temelde tasavvufla aynı hassasiyetler üzerinden yola çıkan bu hareketler zamanla, merkezde şeyhlerin olduğu tekkelerde bir mektebe dönüş

HADİ GEL KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM…

Resim
                                        HADİ GEL KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM…            Yaşı 40’ın üzerinde olanlar iyi bilir Ferdi Tayfur’un bu şarkısını. Köyden şehre göç etmenin zirve yaptığı yıllardı. Tahta valizlerini kapanlar ya Avrupa yollarına düşmüş ya da büyük şehirlere göç etmişti. Büyük hayalleri vardı insanların. Ama çoğunlukla hayaller gerçeklerle uyuşmadı. Dönemi yaşayanlar için bu şarkı çok şey ifade ediyordu. Birde olaya Ferdi Tayfur’un ağlamaklı sesi eklenince şarkı tam “damar” olmuştu. Aslında şarkı bir sosyolojiyi yansıtıyordu. Bu yönüyle şarkı, dinleyiciler kadar sosyologların, psikologların da dikkatini çekmiş, üzerinde yorumlar, derin tahliller yapmışlardı. Evet, insanlar büyük hayallerle şehre göçmüş ama çoğu şehir hayatına adapte olamamış, büyük travmalar, sosyal problemler yaşamıştı. Köyden gelenlerin varoşlarda tekrar yeni bir köyler kurduğu bu dönemler oldukça sancılı bir süreçti.(Orhan Pamuk’un “Kafamda bir tuhaflık” romanı güzel anlatır o yılları) Bin bir hay

HOŞ GELDİNİZ…! “ EY MÜBAREK ON BİR AYLAR”…

Resim
                                                          YENİDEN MERHABA MÜBAREK ONBİR AYLAR...               Dini, insanın dünya ve dünya hayatını anlamlandıran ve onunla kuracağı ilişkiyi biçimlendiren olgu olarak tarif edebiliriz. Dinin hayata yansıyan, ona yön veren kısmına da amel denir. Bu bağlamda din ile hayat iç içedir. Lakin dini bu olgudan koparır, felsefi ve düşünsel altyapısını tahrif eder, ilkesel tutarlılığını bozarsanız hayata karşı etken değil, edilgen hale dönüşecektir.. Hedefini ve gayesini yitiren din artık  izah edemediği her şeye nasip, kısmet, kader… demek zorunda kalarak  determinizmin (kadercilik) kucağına düşer ve güç sahiplerinin hizmetine sunulan esaret prangalarına dönüşür. Hayata yön ve anlam belirleyenler  hayata dair kafa yoranlardır. Bunun dışında kalanlara ise “sabır ve tevekkül” demek düşecektir.             Yukarıda genel çerçevesini çizdiğimiz dini düşüncenin hayat karşısındaki tutumu ve buna bağlı olarak hayat karşısında

BİR MÜLKİYET SORUNU OLARAK HZ.SALİH'İN DEVESİ...

Resim
  BİR MÜLKİYET SORUNU OLARAK        HZ. SALİH'İN DEVESİ...                               “Kur’an’ın dili evrenseldir” cümlesini çokça duymuşuz ve bir o kadar da kurmuşuzdur. El hak doğru bir cümledir. Ama bizi cümlenin doğruluğundan ziyade altının ne kadar doldurulduğu ilgilendiriyor. Zaten Kur’an’ın bizim kuracağımız “beylik cümlelere” ihtiyacı da yok. Öncelikler Kur’an’ın “evrensel” olması ne anlama gelir? Kur’an bizimle ilk günkü tazeliğiyle ilişki kurmaya devam eder. Fakat biz bu dili çözemediğimiz müddetçe onunla kurduğumuz ilişki bizi çağlar öncesine götürür ve insanlığa bir öğüt/uyarı olan kıssalar Mekkeli Müşriklerinde dediği gibi “geçmişlerin masallarına” dönüşür. Oysa bu dili çözen sahabeler anlatılan kıssaların içinde kendini, toplumunu ve yaşadığı şehri görebiliyorlardı. Kurdukları bu bağ onlara yanlışlarını düzeltme imkânı ve mücadele azmi veriyordu. Onlar sürekli tekrar eden hikâyeler olarak görmüyorlardı kıssaları. Çünkü her anlatılışta