Göklerin ve Yerin Mülkü Allah'ındır-1

        
 
          
                                  Göklerin ve Yerin Mülkü Allah'ındır-1 

     İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerinden biridir mülkiyete olan tutkusu. Mülkle kuracağı ilişki belirler kulluğunun rotasını. Bu ilişki biçimidir onu meleklerden üstün yapan ya da şeytana bile dudak ısırtan. Vahyin insana; “yeryüzü cennet” değil, “kaybedilen cennetin” yeniden kazanılacağı“emanet bir mekân” olduğunu söylerken, İblis, kulağına;“Sen yeryüzünün hâkimi ve sahibisin, mülk senindir, tasarruf hakkı sana aittir” diye fısıldar.  İblisin attığı bu zehirli tohumların can suyunu Kabil dökmüştü Habil’in kanıyla. Bu tohumun meyveleriydi; Ad, Semud ve Eyke halkları, bitmek tükenmek bilmeyen hırsıyla İbrahim’i ateşe attıran nemrut, çölde ehramlar diken Firavun, Mekke’de Allahın beytini ticarethaneye çeviren; Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Allahın kitabını, peygamberin mirasını saltanatlarının devamı için istismar eden diğerleri…
       Vahiy, tekasürün/kapitalizmin panzehiri, bu tutkunun karşısında insanın en büyük psikolojik-metafizik desteğidir. Bu dildir; bireyi, toplumu ve yeryüzünü insanın yaratacağı kaos ve zulümden kurtaracak, kendi şerrinden kendini emin kılacak. İnsan bu dili geliştirip, hayata tatbik etmeli ki, ilahi düzen ve ahenk inkitaya uğramasın. Bu dili “hayat dili” haline getirmek yerine, hayatın amacı haline getirenlerin, dolarlarının üzerine; “Tanrı’ya güveniriz”  yazıp, tanrının çocuklarına yaptığı zulmü, günah çıkarma seanslarıyla affettirmeye çalışmalarla, fabrikalarının girişine “mülk Allah’ındır” yazıp  işçisinin emeğini sömürenlerin arasında hiçbir fark yoktur.. “Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız?(Tevbe 19) Namaz, oruç, infak, hac gibi ibadetler insanı; hız ve haz girdabından kurtarmadıkça, bireysel ve toplumsal problemlerine çare olmadıkça din; ithal düşüncelere, kapitalist fantezilere kılıflar üretecektir.“Yuh olsun o namaz kılanlara kıldıkları namazın farkında değiller” uyarısı, dinin hayata dair yüzünü rafa kaldıran, dini “ritüellere” dönüştürenleredir. Kişinin dindarlığı; çoğaltma ve yığma yarışına girmesine, öksüzün, yetimin, yoksulun, işçisinin hakkını yemesine engel olmuyorsa bu onun imanına değil, nifakına delalet eder. Bu sebeple aynı kökten gelen; “infak-nifak” arasındaki ilişki, “iman-amel” arasındaki ilişkinin en önemli belirleyicidir.
        İnsanın fıtratındaki sığınma ihtiyacı, modern sosyolojinin yönlendirmelerine rağmen onu,“tanrısızlığa” değil, etkisi ve yetkisi sınırlı bir tanrı inancına yönlendirmesi ilginçtir. İnsanın “göğe çekilmiş tanrı” istek ve talebine rağmen Kuran, daha ilk ayetlerinden itibaren; Allahın, hayatın sahibi ve tek hâkimi olduğunu deklare ederek nasıl bir insan yetiştirmek/terbiye etmek istediğini açıkça ortaya koyması, “nasıl bir model” sunacağı açısından çok önemlidir. İlk inen surelerde ön plana çıkan; “Rabb” kavramı ve bunun karşısında kendini konuşlandıran “müstağni” insan tipinin reddedilmesi,bunlara savaş açılması kurulacak sistemin, “nasıl ve niçin” sorularına cevap verir. Mülkün yegâne sahibinin ve otoritesinin kimde olduğu bilincini, “terbiye sürecine” dâhil etmek, insanın mülkte kuracağı ilişkinin kontrol altına alınacağı anlamına gelmektedir. Mülkte hak iddia edenler ise, “yeryüzündeki çıkaracakları bu fitneleri ortadan kalkıncaya kadar” kendileriyle mücadele edilecek kimseler olarak karşı safta kalacaktır. Böylelikle kurulacak sistemin temelleri, cahiliyenin örüntülerini üzerine değil, hak ve adalet üzerine inşa edilmiş olur.
       Hak ve adalet kavramlarının güç ve iktidar sahiplerinin eliyle yorumlanarak, zulümlerine meşruiyet kazandıran, olayları kendi lehlerine tecelli ettiren anlayışla, islamın bu kavramlara yüklediği anlayış, siyahla beyaz kadar birbirinden farklıdır. İslam, emanet verilen dünyada hesabı verilebilir bir hayat tarzı ister. Dindarlığa; hak, adalet, kanaat, diğergamlılık gibi erdemler yükler. İbadetlerde dâhil yaşamın tüm alanlarında şov ve gösterişi değil, sadelik ve tevazuyu ön plana çıkarır. “Evlere arka kapılarından girmeyin” diyerek, hileli yollarla çıkar sağlamayı, “sizin dininiz size benim dinim bana” diyerek, diğer sistemlere eklemlenip kendine fırsatlar devşirmeyi yasaklar. Hiçbir komplekse ve makyevelist ilişkiye girmeden kendi mücadele tarzını ve ilkelerini net bir şekilde ortaya koyar.
         Kur’anın bütününde insanın mülkle kuracağı ilişkinin nasıl olması gerektiği, sebep ve sonuçlarıyla ayrıntılı bir şekilde işlenir. İlk dönem surelerinin hemen hepsinde bu konunun ön plana çıkarılışı bilinç inşası için konunun ne denli önemli olduğunu sergilemesi oldukça dikkate değerdir. Yine bu dönemde yoğun bir şekilde gündemde tutulan müstekbirlerin Müslümanlara karşı tavırları ve bunun karşısında Müslümanların, azınlık olmalarına rağmen onlardan istenen tavizsiz bir duruş, pazarlık ve uzlaşma tekliflerine verilmeyen prim, mücadelenin içerik ve stratejisi açısından oldukça önemlidir.

         Mülkle ilgili problemini çözemeyenler mülkü elinde bulunduranların ağına düşeceği kaçınılmaz bir gerçektir. Hz. Peygamber, daha bir elin parmakları kadar olduğu bir dönemde teklif edilen hiçbir insanın reddedemeyeceği bu teklifler, aslında “tamam mı, devam mı” adına vereceği karardı. İnsan her zaman kendine yapılan tekliflere karşı vicdanın sesini bastıracak savunmalar, dini kılıflar uydurabilen bir varlıktır. Ama Hz. Peygamber vahyin sesini dinleyerek hem ümmete bir duruş öğretmiş hem de mülkün ve hâkimiyetin sahibi adına verilen savaşta mücadelenin seyrini “kimin belirlemesi” gerektiğini, ona rağmen “tarz belirlemenin” sonucunun ne mal olacağı/olamayacağını göstermiştir. İşte bu yönüyle ilk inen surelerdeki, Rabb/ilah, mülk kavramları ile bunun karşısında yer alan müstekbirlerin davranış ve tavırları(tuğyanı) dikkatle incelenmesi İslami bir duruş sergileyebilme adına oldukça önemli. Bu çalışmanın ikinci bölümünde ilk dönem surelerindeki bu ilişkiye dikkat çekmeye, anlamaya çalışacağız inşaallah…Veli KURT 20.05.2017

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?