İSLAM YIĞMAYI DEĞİL, VERMEYİ EMREDER..

  



                             İslam yığmayı DEĞİL, VERMEYİ  emreder..

Sıcak günlerinden birini yaşıyordu Mekke. Kabe’nin gölgesinde vakit geçiren bir grup, heyecanlı ve sert bir tartışmaya girişmişti. Konuşma “Haydi o zaman mezardakileri de sayalım” sözüyle yeni bir boyut kazanmış, tartışmanın taraftarları ve meraklı grup, mezara yönelmişlerdi. Kâbe de başlayan “çokluk” tartışması, ölülerin sayım için mezara taşınmıştı. Sehm oğulları ile Abd-i Menaf oğulları arasında geçen bu tartışma tekasür suresinin sebebi nüzulü olarak tarihe not düşülmüştü. İnsan böyleydi daha dün mirası yüzünden, kardeşleriyle kavga ettiği babalarının kabirlerini, bugün ölülerinin çokluğunda asalet arayarak saymaya giderdi. Bir damla suyla başlayan, sonunda toza, toprağa dönüşen insan, hayatı; ebedi olma, biriktirme, çokluğuyla övünüp kudret vesilesi yapma peşinde harcardı.

            Atası Âdem’in cennetten çıkarılmasına sebep olan ‘ebediyet tutkusu’, Kabil’in çoğaltma hırsı yüzünden kardeşi Habil’i öldürme ‘cehaleti’, tarih boyunca hız kesmeden devam etmişti. Mülk edinme, yığma, çoklukla oyalanma ve öğünme insanın en büyük zaafı, şeytanın ise, en büyük kozu olmuştu. Çünkü insan, kendi eliyle gömdüğü babasının hiçbir şey götüremediğini daha mezardan çıkmadan unutabilecek kadar gafildi. Onun için demişti Hz peygamber; “ibret için kabirleri ziyaret edin.” Ama o, ibret için değil, ya medet olmaya ya da medet bulmaya giderdi. Kazanmak ve yığmak için yaşayanlarla, emeği ve hayatı sömürülen insanlar aralarında oluşan uçurum, toplumdaki güven ve saygı duygusunu zedelemiş, kin ve nefret tohumlarının saçılmasına sebep olmuştu. Üretim ve tüketim arasındaki dengenin üretim lehine bozulması, tüketimi cazip hale getirerek ‘ tüketim toplumunu’ oluşturmuştu. İnsana tükettiği kadar değer veren bu sistem ise, insanı; eşyanın kulu, kölesi yapmıştı. Hayatın merkezine oturan eşya, zihni ve yüreği işgal etmiş, bütün değerleri tüketmiş, insanı bencil ve bireysel kimliklere dönüştürmüştü.

            “Bulamamak, masum kalmaktır” demiş büyükler. İnsanoğlunun günahlara olan ilgisi imkânı nisbetinde artar. Kudretin en önemli göstergesi olan mal bu yönüyle insanın en önemli imtihanı olmuştur. Varlık; güçtür, iktidardı ve bunu elinde bulunduranın Hz. Süleyman tavrı göstermesi zordur. Malı çoğaltma ve koruma dürtüsü,  haset, kin, riya, gurur, yalan, gıybet, kalp ve dile mahsus diğer günahlara araladığı kapı, en çetin imtihandır. Allahın zikri ile tatmin olmayan akıl ve kalp, artık mal ve onun sayım dökümünde arayacaktı tatmini. Şöyle tarif etmişlerdi arifler dünya sevgisinin musibetini; “Dünya bir denize benzer yürekse gemiye. Su geminin içine girerse gemi batar, su geminin dışında durursa gemi yol alır, maksada erişir.”

            Sekülerleşme ve kapitalizm gibi kavramlar modern zamanların ürettiği tanımlamalar olsa da, içeriği insanlık tarihi kadar eskiydi. İnsanı insanın kurdu olarak gören, ölmemek için öldürmeyi, ezilmemek için ezmeyi öğütleyen sistemler bu tanımlamalar yapılmadan öncede vardı. Firavunlarla, Nemrutlarla, Ebu Leheblerle verilen mücadelenin sebebi de bu değil miydi? Hz Peygamber: “İnsan şu dört şeyden hesaba çekilmedikçe yerinden kıpırdamaz, ömrü, malı, gençliği ve ameli.”diyerek, insana tükettiği kadar kıymet veren, hesapsız bir hayat sunan anlayışa, hesap gününü hatırlatıyordu. İslam, insanın insan tarafına değil, hayvan tarafına hitap eden zihniyete, “hayır! Götüremeyeceğin şeyler arkasında vakit harcama, zulmetme, gözyaşı döktürme” diyordu. Çünkü bu davranış, insanı “hayvanlaştırır, hatta daha da aşağıya düşürürdü.”

            Sahte cennetinde keyif çatan, dünyayı cehenneme çeviren yeryüzünün müstekbirleri, her şeyin ölçüsünü belirleme hakkını kendinde görmüş, hakkın koruyuculuğu ve belirleyiciliğine soyunarak, insanların kaderini çizmeye kalkışmış, “ifsad etmeyin yeryüzünü” denildiğinde ise, “ biz ıslah edicileriz”, biz olmazsak yeryüzü kaosa sürüklenir kibriyle, fesada başlamışlardı. Çünkü onun için hakkın ve haklılığın ölçüsü, güç ve kudretti. Yeryüzünün müstekbir devletlerinin, istediği yeri işgal etmeleri, sömürmeleri, katletmeleri bu mantığın sonucu değil miydi? Özgürlük (!) adına öldürülen kara gözlü çocuklar, tecavüze uğrayan kızlar, enkaz altında çocuğunu arayan gözü yaşlı analar,  zalimlerin yığma tutkularının kurbanlarıydı.

              Çokluk, güç ve kudret insanı her zaman ram etmişti kendine. İnsan, doğruyu ve adaleti tekasürde arayarak, hep güçlünün yanında saf tutmuştu. Çoğunluğun kabul ettiği şeyi, sırf niceliğinden dolayı meşru görmüş, çoğunluğun yanında durarak azınlığa zulmetmişti. Demokratik kültürün zihinlere yerleştirdiği ‘niceliksel çoğunluğun haklılığı’ anlayışı, çoğunluğun tercihini eleştirilemez yapmış, popüler olanı doğru ve güzel algılamış, çoğunluğun yanlış yapmayacağı gibi bir anlayışa sürüklemişti. Oysa Kur’an; “Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar”(Enam :116)diye uyarmıştı.  Çoklukla oyalanma sadece malla değil, sayısal çoklukla da oyalamıştı insanı. Benim gazetemin, dergimin, kitabımın, izleyenlerimin, takipçilerimin tirajı/adedi/reytingi şu kadar diyenler ile benim/bizim cemaatimin sayısı bu kadardır diye çoklukla öğünme yarışı da aynı hastalığın İslamcılardaki yansımasıydı. Cemaatinin ve partisinin sayısal çokluğuyla öğünen, diğerlerine hayat hakkı tanımayan, çokluğu vesilesiyle iktidardan pay alma derdine düşen İslamcıların, meşruiyetini İslam’dan mı yoksa başka yerlerden mi aldığı sorusu da cevabını aramaktaydı. Diğer taraftan çoklukla kazanılan nüfuz kullanılarak, emanet/liyakat ilişkisi gözetilmeden elde edilen makamların ümmetin ‘adalet’ anlayışını nasıl etkileyeceği de başka bir soruydu. Oysa Huneyn günü çoğunculuğuna güvenen sahabeye yeryüzünün dar gelerek, kaçacak yer aramaları, Kemiyetin değil keyfiyetin önemini anlatıyordu. (Tevbe-25)

             Başıboş bırakılmamıştı insan ve mutlaka görecekti yaptıklarının karşılığını. Vahiy, bu bilinçle inşa ederken hayatı, yakin kılıyordu Rabbin rahmetini, uzaklaştırıyordu şeytanın tuzağını. Yaşarken öğretiyordu ki yakini, pişmanlığın fayda vermediği zamanda, pişman olacağı fiillere bulaşmamış olsun. Mü’mini,“Onlar gayba inanırlar” diye tanımlarken yaratan, sadece gördüğüne inanan, görünmeyenle olan ilişkilerini erteleyen, ya da inanıyormuş gibi yapan tavra, cehennemi gördüğünde yürek yakan pişmanlığın anlamsızlığını da hatırlatıyordu. Yeryüzünde, ahiretin müşahede edilircesine yaşandığı bir ömür, hesabı verilebilir bir hayatın müjdecisiydi. Böyle bir şahidliğin meyvesiydi şehadet. Çünkü“Şahid olunmadan şehid olunmazdı.” Sekülerlik; gaybi olanı yeryüzüne taşıyarak, imanı maddi alanın konusu yapması, görmediği ve dokunmadığı hatta kendinin olmadığı şeye değer vermemesi insanı müstağnileştirirken, İslam; görmesem de O dediği için doğrudur düşüncesiyle insanı, sorumluluk bilinciyle donatır.

               Her şey insan için yaratılmış ve halifesi seçilmişti yeryüzünün. Konulan yasalar ise, yeryüzünün devamı ve insanlığın mutluluğu için elzemdi. Bu yönüyle vahiy; Rab, âlem ve insan arasındaki irtibatın diliydi. Bu ilişki belirleyecekti hayatı ve sonrasını. İlm’el yakin, bu irtibatın ilk aşamasıydı. Yani iyi ve kötünün, hayır ve şerrin, cennet ve cehennemin bilgisiydi. Kulun buna şahitlik derecesi, kulluğunun kalitesine yansıyacaktı. Onun var dediğine  müşahede etmişçesine iman ve bunun eyleme dönüşmesiydi, ayn’el yakine.. Hz Ali’nin: “Allah’ı görmüş olmam imanımda bir şey değiştirmezdi.”duruşu yani. Ve imanın son noktasıydı, Hakk’al yakin. Yani günaha bulaşmadan cehennem ateşini ensesinde hissedebilme hassasiyeti.

             Sonra, yemin olsun ki, o gün (size verilen) her nimetten sorulacaksınız. İnsan, cennet ve cehennemi görüyormuşçasına yaşayabilseydi; fani lezzetlerin, bedensel hazların peşinde ömür tüketmeyecek,benliği saran biriktirme ve iktidar olma tutkusuyla, dünyayı dar etmeyecekti kendine ve insanlığa.. Mal, nesep gibi maddi, hayali ve fani lezzetler (tekasür) insanı o kadar oyaladı ki, basireti perdelendi, kemali yanlış yerlerde arar oldu. Fıtri saflığındaki güzelliği ve güzellikleri yok edişinin acı bedeli, yaşarken ya da, öldükten sonra, ama mutlaka bedeli ödeyecekti. Varlık üzerindeki perdeler kalktığında bilecekti hatasını, ama o zaman, bilmenin bir faydası olmayacaktı. Çünkü ölümle birlikte insanı kemale erdiren sebepler ve araçlar da yok olacaktı. O gün, geçici nimetleri kendisine tercih ettiği, tüm nimetlerden hesaba çekilecekti. İlm’el yakın olarak bilinmeden yaşanan hayatın ayn’el yakin olarak görüleceği gündü. Hakiki mutluluğu; sayı, mal ve evlat çokluğunda arayanlara Hasan el-Basrî; “Etrafındakilerin çokluğu seni aldatmasın.  Çünkü yalnız öleceksin,  yalnız dirileceksin ve yalnız hesaba çekileceksin" diyordu.

Kısacası; Kendi imkânını başkalarının imkânlarını daraltma vesilesi olarak kullanan, diğerine hayat hakkı tanımayan bir zihin dünyayı cehenneme çevirecektir. İslam; tokların sayısını azaltırken, açların sayısını çoğaltan değil, tokların sayısı arttırırken, açların sayısını azaltan bir anlayışa sahiptir. Çünkü O, yığmayı değil dağıtmayı, almayı değil, vermeyi öğütler. Dünyada sunulan bir takım imkânların aldatmaca olduğunu, fani olduğunu, burayı cennete çevirmeye kalkmanın insana asli olanı unutturacağını anlatır.(Tekasür suresi. Veli KURT)

 

    


             

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..