Sabrediyor kuşlar, ebâbil olmak için...



                         "SABREDİYOR KUŞLAR EBABİL OLMAK İÇİN.."   
         Takvimler 570 yılını gösterirken, Yemen valisi Ebrehe başkent San’a’da muhteşem bir kilise yaptırmıştı. Maksadı Arap coğrafyasının dini ve siyasi başkenti olmaktı. Mekkeli bir tüccarın kiliseyi kirletmesini bahane ederek, kendisine rakip gördüğü Kâbe’ye başında fillerin bulunduğu büyük bir ordu ile yürümüştü. Ama işler umduğu gibi gitmemiş, beytin Rabbi, mabedini korumuş, gönderdiği kuş sürüleriyle koca orduyu yenilmiş ekip yaprağına çevirmişti.  

     Tarihin her döneminde dinin, siyaset ve ticaret üzerindeki etkisi herkesin malumuydu. Her dönemde siyasetçilerin, liderlerin dini söylem ve dini kurumlara yakınlaşması bu gücü elinde tutma arzusundan kaynaklanıyordu. Bizans ve İran arasındaki mücadelede, Hıristiyan Bizans’ın yanında yer alan Ebrehe de, bölgesinde büyük bir tapınak inşa ederek, bir yandan Bizans’la ilişkisini pekiştirmek bir yandan da bölgedeki nüfuzunu arttırarak bu güçten istifade etmek istiyordu. Mekke’nin de içinde bulunduğu bölge; ne İran’a, ne Bizans’a bağlıydı ama yine de bu bağımsız bölge üzerinde hâkimiyet kurma peşindeydi komşu ülkeler. Mekke, baharat yolu üzerinde, kuzey ile güney arasında bir köprü vazifesi yapan kutsal ve stratejik bir ticaret şehriydi. Ebrehe bu kutsaliyeti ve ticari ortamı memleketine taşımak istiyordu. Ama olmadı, çünkü hesaba katmadığı bir şey vardı. Kâbe, İbrahim’in kabul edilmiş duasıydı ve Rabbi onu koruyacaktı.

     Ebrehe büyük bir ordu ile Mekke önlerine gelip, terk edilmiş şehri gördüğünde sahipsiz sanmıştı, ama yanılmıştı. Sahipsizlerin sahibi, Ebrehe’ye kıyamete kadar unutulmayacak bir ders vermişti. Peygamberin doğumundan kısa bir süre önce gerçekleşen bu olayla Mekkelilere ve onların baskısı altında inleyen Müslümanlara şu mesaj veriliyordu: Dün Ebrehe’nin sizi yok etmek istediği gibi siz de bugün Müslümanları yok etmek istiyorsunuz. Sizin gibi; silahlarına, zenginliklerine ve sayılarına güvenen fil ashabının başına gelenleri unutmayın. Ve Müslümanlara; “Sahipsiz değilsiniz, sayıya ve güce tapınan müşriklerden değil, sadece; Rabbinizden korkun ve ona güvenin” diyordu.
Ebrehe niçin yıkmaya gelmişti Kâbe’yi, ordusu bile olmayan bir kentin direnebileceğini düşünüyor muydu, böyle bir hezimet aklının ucundan geçmiş miydi? Hayır. Zaferin kendisinin olacağından emindi. Ebrehe ve döneminin dini, sosyo-kültürel ortamı iyi tanınırsa surenin günümüze verdiği mesaj daha net anlaşılacaktı: Ebrehe’nin de müntesibi olduğu Hıristiyanlık, Hz. İsa’dan sonra, Roma’nın gücüne yaslanarak, imparatorların siyasi güç için kullandığı bir araca dönüşmüş, Grek ve Roma’nın pagan kültürü ve felsefesiyle, gücün ve güçlünün dini haline gelmiş, zulüm meşrulaşmış, manastırlarda Allah’ın adı geçtiğinde gözyaşlarını tutamayan keşişlerin hükmü kalmamıştı. 
         Saraylarda, sömüren, semiren krallar; tapınaklarda ise, onun yardakçılığını yapan kilise babaları bulunuyordu. Roma’nın pagan hukukuna yaslanan din, kiliseye hapsedilerek sosyal hayattan tecrit edilmiş, sadece öbür dünya işlerine bakan bir anlayışla sekülerliğin zemini hazırlanıyordu. Kendi kurumlarını oluşturamadan, Roma’nın toplumsal ve siyasal yapısını transfer eden Hıristiyanlık, dönüştüreyim derken dönüşmeye başlamıştı. İsevilik, kendine ait olmayan, kendi dünya görüşünden neşet etmeyen bir düşünce atmosferi içerisinde, aslından uzaklaşmıştı. Pavlus’la başlayan tevhidin Greko-Romen sentezlemesi, Helenistik felsefeyle de harmanlanmış, Yahudiliğin dünyevileşmiş sistemiyle mücadele için inen din, Roma kültürü içinde yeni bir inanca dönüşmüştü. İşte böyle bir tarih dilimi yaşanırken dünya denen gezegende, dönemin süper gücü İran ve Roma arasındaki rekabette tarafını Bizans’a kullanan Ebrehe, bölgede dini siyasi ve ticari nüfuzunu geliştirme ve pekiştirme peşindeydi.

       Suredeki bu tarihsel gerçekliliğin arka planını anlayabilmek, ancak komplekssiz, kendine güvenen, Rabbine derin  tefekkürle teslim olan bir zihinle mümkün olacaktır. Rabbimiz “görmedin mi” derken, neyi görmemizi istiyordu? Modernist zihin inşasına maruz kalmış çağın Müslümanları, nasıl bakmalıydı ki, görebilsinler “Rabbin gör” dediğini. Modernist ve pozitivist zihinlerin vahiyle şekillenmeden anlayabileceği bir durum değildi bu. Olayı aklileştirme adına; çiçek hastalığıydı, volkanik patlamaydı, bulaşıcı hastalık mikrobuydu gibi tevillerle ya da “Allah’ın mucizesi işte” değerlendirmesiyle vahyin anlaşılması, “gör”  denilenin görülebilmesi oldukça zordu. Yani burada asıl düşünülmesi gereken, olayın nasılı değil, niçiniydi.

       Tarih tekerrür ediyordu; İseviliğin Roma karşısında yaşadıklarını yaşayan Müslümanlar, pozitivist aklın ürettiği Batı medeniyetinin siyasi, ekonomik ve bilimsel ilerleyişinden kendini beri tutamamış, kendi üretmediği kültürü ithal etmeye başlamışlardı. Sadece teknolojisini getireceklerdi, ama soyutlayamadı teknolojiyi kendini üreten kültürden. Ve artık onlarda dinin tapınaklarda olmasının gerekliliğine inanıyor ve tanrıyı göğe hapsediyorlardı. Sadece gördüğüne inanan, güce tapınan bir zihin inşa edilmişti. Bu zihin acaba anlayabilir miydi ebabillerin, filleri yendiğini? Evet, Rab bir zihin inşa ediyordu. Sen kulsun ben Rabbim. Sen acizsin, ben kudret sahibiyim. Bu bilinci kuşanırsan, zalimlerin hilelerini “örümcek ağına” dönüştürür, seni her daim korur ve gözetirim”  diyordu Âlemlerin Rabbi. Batı karşısında ki 3-5 yüzyıllık ezilmişliğin verdiği kompleksli tavrımız ve bunun sonucu olarak gelişen hayranlığımız, zihnimizi bile değiştirmişti. Rabbin bak dediği yerden değil, onların bak dediği yerden bakma körlüğü bize gözün görebileceği dar bir alana mahkûm etmiş, ufkumuzu kaybettirmişti. Bir avuç insana, Rum ve İran’ın fethi müjdesinin verilmesi, bugünün bakış açısıyla tam bir ütopyaydı. Bir taraf, aklı bir kenara koymuş, din adına hurafeler üretirken; diğer taraf, zihnini Batı’nın seküler bilgisiyle doldurmuş, ayetlere modern bilimin verilerini ya da kendi düşüncelerini onaylatma peşinde koşuyordu. Hukuku, siyaseti, felsefesi, gelecek fikri olmayan bir bakış açısı acaba sağlıklı bir İslam düşüncesi üretebilir miydi?

       Batı’nın bütün insanlığı da arkasına takarak kontrolsüz bir şekilde ilerleyişi karşısında, insanlığa insanlığını hatırlatacak, onlara umut olacak, kopan bu fırtınada insanlığa güvenli bir liman olabilecek miydi Müslümanlar? Seküler zihin yapısından sıyrılarak bir medeniyet projesi ufkunu kazanma/kazandırmada önemli kilometre taşlarından biriydi Fil suresi. Bugünün emperyalist güçlerini/filleri, yenilmiş ekin yapraklarına dönüştürecek ebabiller mutlaka gelecekti. Müslümanlar derin bir teslimiyetle buna iman etmeli ve kendi küllerinden/geleneğinden yeniden dirilmeliydi. Bu ise ancak dünya ile kuracağı ilişkinin sebep ve sonuçlarını vahiy merkezli bir okuma sürecine tabi tutmakla mümkün olacaktı. Bu başarılmadan yapılacak her şey anlamsız ve savunmasız kalacak; aile, birey, doğa, toplum Batı’nın kirli bilim ve teknolojisine karşı savunmasız kalacak ve ona mahkûm olacaktı.

       Müslüman bir bireyin dünya ile kuracağı ilişki, Batılı bir insanın dünyaya bakışı ve onun dünya ile kurduğu seküler ilişkiye benzemez. Çünkü Müslüman dünyayı sömürü aracı olarak değil, bir emanet ve ahiretin tarlası olarak görür. Oysa Batılı, Afrika’yı, Ortadoğu’yu sömürüp istikrarsızlaştırırken onun açısından ahlaki bir problem yoktu. Çünkü O, yeryüzünü mükemmelleştirme ve cenneti yeryüzüne indirme düşüncesiyle, insanlık adına insana zulmetmeyi kendine hak bilir. Bu yönüyle Fil olayı; ahlaksız gücün ibretlik sonunu hatırlatarak evrensel bir ilkenin altını çiziyordu. Gücün ahlakını alınca geriye sadece zulmün kalacağını, güçlünün haklı değil; haklının her zaman güçlü olduğunu öğretiyordu insana. Güç sahibi olmak felaket değildi, hatta ahlak güçle birleşince adalet neşv-u nema bulurdu. Zalim ve zorba güçlere, hesap edemediği, kendilerinden daha büyük bir gücün varlığını hesap etmeyen, sahte tanrılığa soyunan zalimlerin hazin sonlarını hatırlatılıyordu insanlığa. Ebrehe’nin bugünkü versiyonları olan sömürgeciler ve onların yerli işbirlikçilerinin İslam coğrafyasında yaptıkları katliamların sebebinin, bu coğrafyanın doğal kaynakları olduğunu bilmeyen var mı? Barış ve demokrasi getirme adına talan eden, binlerce, on binlerce masumu öldüren günümüz süper güçlerinin unuttuğu gerçek ise; “Onlar tuzak kurdular, Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır.” (3:54) 

       İnsanoğlunun kendi varlığını yorumlaması ve varlık karşısındaki pozisyonunu belirlemesiyle ortaya çıkar kimliği. Kimlik tercihini seküler, pozitivist zihin üzerine kuranlar, her şeyi hesap verilmez bir şekilde sahiplenecek, yakmayı yıkmayı elinde toplamayı kendinde bir hak olarak görecektir. Bu zihin; görünen dünyaya talip olur, aklının ermediği, gözünün görmediği şeyi inkâr ederek, yeryüzü egemenliği için hak hukuk tanımadan her şeyi bencilce sömürecektir. Bu dünyada yapıp ettiklerinin öbür dünyada bir karşılığı olduğu düşüncesine sahip olanlar varlık hiyerarşisi içinde her birinin hayatının vazgeçilmez olduğu bilinciyle yaşayacak ve O’nun “bak” dediği yerden bakacak ve fil ashabına karşı ebabillerin yanında yer alacaktır. Mazlum halkların kıblesizleştirilmesine sessiz kalmayacak, Allah’ın yardımıyla ebabiller kanatlanacak, ayakları gizli tuzaklarına dolanacak, kendi kazdıkları kuyuya düşecektir.
Fillerin ayakları altında çim olmamak için, ebabil yürekliliğiyle mücadele dileğiyle… (VELİ KURT-FİL SURESİ)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..