BİR MÜLKİYET SORUNU OLARAK HZ.SALİH'İN DEVESİ...
BİR MÜLKİYET SORUNU OLARAK
HZ. SALİH'İN DEVESİ...
“Kur’an’ın dili evrenseldir” cümlesini çokça duymuşuz ve bir o kadar da
kurmuşuzdur. El hak doğru bir cümledir. Ama bizi cümlenin doğruluğundan ziyade
altının ne kadar doldurulduğu ilgilendiriyor. Zaten Kur’an’ın bizim kuracağımız
“beylik cümlelere” ihtiyacı da yok. Öncelikler Kur’an’ın “evrensel” olması ne
anlama gelir? Kur’an bizimle ilk günkü tazeliğiyle ilişki kurmaya devam eder.
Fakat biz bu dili çözemediğimiz müddetçe onunla kurduğumuz ilişki bizi çağlar
öncesine götürür ve insanlığa bir öğüt/uyarı olan kıssalar Mekkeli
Müşriklerinde dediği gibi “geçmişlerin masallarına” dönüşür. Oysa bu dili çözen
sahabeler anlatılan kıssaların içinde kendini, toplumunu ve yaşadığı şehri
görebiliyorlardı. Kurdukları bu bağ onlara yanlışlarını düzeltme imkânı ve mücadele
azmi veriyordu. Onlar sürekli tekrar eden hikâyeler olarak görmüyorlardı
kıssaları. Çünkü her anlatılışta vurgulanan farklı mesajı fark ediyorlar,
hikâye aynı olsa da istenen uyarıyı/öğüdü alıyorlardı. Kıssalar zamana, mekâna
ve kişilere hapsedilmesin diye; yer, zaman, kişiler üzerinde durulmamıştı.
Dolayısıyla bugün anlatılan kıssa ile yaşadığımız zaman, mekân ve kişiler
arasında bir bağ kuramıyorsak bu hikâyeler “bizim hikâyelerimiz” değil,
geçmişin hikâyeleri olurdu ve “Kur’an evrenseldir” sözü de bir anlam ifade
etmez.
Hz.
Salih’in hayat hikâyesi, Hz. Peygamberin Mekke döneminde müşriklerle yaptığı
mücadeleye birçok yönüyle benzer. Tarih tekerrür etmekte ve Hz. Peygamber,
yüzyıllar sonra kardeşi Salih’in kaderini tekrar yaşamaktadır. Hz. Salih’in
kıssanın geçtiği bölge Araplar için bilinen bir coğrafyaydı. Bu yüzden
anlatılanların Arapların zihninde bir karşılığı vardı. Yapmış oldukları kervan yolculukları sırasında
geçtikleri yollar üzerinde o kavimlerin harabelerini görüyorlar ve onlarla
ilgili rivayetleri işitiyorlardı: “Ey insanlar! Sabah akşam, onların yerleri
üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?” (Saffat:137-138)“Ad ve Semud
kavimlerini de yok ettik. Bunu oturdukları yerler göstermektedir.” (Ankebut:38)
İşte bu yabancı olmadıkları kıssa üzerinden uyarılıyorlardı Mekkeliler: “Semud
kavminin başına gelenlerde ibret vardır.” (Zariyat:43)
Mekkelilerin
ticaret yolu üzerinde olan bu bölgeye taşlık ve kayalık olması sebebiyle “Hıcr”
denilmişti. Semudlular ataları olan Ad kavmi helak olduktan sonra güya
atalarının helakinden ders alarak bu kayalık bölgeye yerleşmişler ve bölgedeki
kayaları yontarak sağlam evler yapmışlardı. Semudlular burada kayaları oyarak
inşa ettikleri bir cennet yaratmışlardı. Atalarının helakını, ahlaki zafiyete
değil; yapıların zayıflığına bağlayan bu bakış açısı onlara böyle bir tercihe
yöneltmişti. Kendilerini güçlü hissediyorlar ve orada ebedi olarak
yaşayacaklarını sanıyorlardı. “Siz burada, bahçelerin, pınarların, içinde;
ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak
mısınız?” (Şuara:146-148) Kendinden önceki zalimler gibi mülkü güvence
saymışlar, mülkün sahibine kafa tutmuşlardı. Oysa tarih ne güçlü krallar ve
medeniyetler görmüştü ama şimdi onların yerinde yeller esiyordu. Semudluları
kayalara yaptıkları evler kurtarmadığı gibi bugün ve yarın da aynı zalimleri, mühendislik
harikası, yüksek teknoloji ürünü, depreme, doğal afetlere karşı dayanıklı gökdelenler
kurtarmayacaktı. “Onlar, dağlardan emniyet içinde
kalacakları evler edinirlerdi/yaparlardı.” (Hıcr:82)
Semud
halkı zenginleşmiş, zenginleştikçe de ataları Ad kavminin başına gelenleri
unutarak, azgınlaşmış ve zalimleşmişti. Allah, kendi içlerinden Hz. Salih’i
onları uyarsın ve doğru yolu göstersin diye “elçi” olarak göndermişti:
“Semud kavmine kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey kavmim! Allah'a kulluk
edin; O'ndan başka ilah yoktur." (Hud:61) "Artık Allah'tan sakının,
bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip, bozgunculuk yapan beyinsizlerin
emrine itaat etmeyin.” (Şuara:144)
Hicr
Bölgesi ve Hicr halkı ne kadar da çok benziyordu Mekke’ye. Ot bile yetişmeyen
volkanik kayaların ortasında. Allah önce zemzemle hayat vermiş, adından resulü
Hz. İbrahim’e Beytullah’ı inşa ettirerek Mekke’yi bölgenin kalbi yapmıştı.
Beytullah sayesinde saygınlık ve ticari itibar kazanmışlardı. Fakat
Beytullah’ın üzerinden kazandıkları şükürlerini değil, azgınlıklarını
arttırmış, Beyti puthaneye çevirerek rant aracına dönüştürmüşlerdi. Ve işte
Allah, Hz. Salih’i kavmine bir uyarıcı olarak gönderdiği gibi Kureyş’e de yine
kendi içlerinden Hz. Muhammed’i göndermişti.
Evet, Hakkı ve hakikati söylemenin bütün zorluklarını Hz. Salih de yaşıyordu. Çıkarlarının baltalanacağını anlayan “ileri gelenler” Hz. Salih’in etkisini kırmak, sesini kısmak için saldırılarına başlamışlardı. Her zaman olduğu gibi ilk taktik, iftira ve dedikodularla yapılacak psikolojik savaştı: “Sen şüphesiz büyülenmiş birisin; bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlülerden isen bir belge getir, dediler.” (Şuara:153-154) “Aramızda bir beşere mi uyacağız?” (Kamer:24) “Vahiy aramızda ona mı verildi? Hayır, o, yalancı ve şımarığın biridir, dediler.” (Kamer:25)
Oysa peygamberlik gelmeden evvel onu çok iyi tanıyorlardı. Kendinden önceki ve sonraki elçiler gibi Salih de emin ve dürüst bir insandı. Bu durumu kendileri de itiraf ediyorlardı aslında: “Ey Salih! Sen bundan önce aramızda kendisinden iyilik beklenen biriydin.” (Hud:62) Fakat ne olmuştu da aralarından çıkan, hem de en güvenilir olan insana cephe almışlar; ona beyinsiz, yalancı ve şımarık olduğunu söylemeye başlamışlardı? Sebep gayet açıktı. O, zulüm ve soygun düzenine karşı çıkmış, putlarına savaş açarak, zalimlerin rahatını kaçırmıştı. Buna verilecek cevap klasikti. Önce Hz. Salih kötüleyecek, tecrit ve taciz edecek, etki alanı daraltılacak, sonuç alınmazsa, şiddete başvurulacaktı.
Kendi evlatları gibi tanıdıkları Hz. Muhammed’e de, “İnsanlara zulmetmeyin, adaletli olun, putlara değil yalnızca Allah’a kulluk edin” dediğinde, çıkar çevreleri koro halinde “mecnun” demişlerdi. Kendilerine karşı çıkmak delilikti çünkü. Bunları söylemek Muhammed gibi sıradan birinin haddine mi düşmüştü? Eğer illa bir peygamber gönderilecekse niye “kendileri gibi zengin” biri seçilmemişti? “Çarşıda pazarda dolaşan” biri peygamber olur muydu? En azından bir “melek” gönderilmeli değil miydi? Ardı arkası kesilmeyen aynı itirazlar… Kısacası küfür cephesinde değişen bir şey yoktu. Dertleri doğruyu aramak değil, doğrunun sesini kesmekti.
Hz. Salih’in kavmi ile mücadelesi sürerken; Allah onlara verdiği nimetleri kısmış, işleri bozulmuş, kavmi de bunun sebebini Salih’e bağlamıştı. İnsan böyleydi, iyiliğin sebebini kendinde, kötülüğün sebebini başkasında arardı. Bu durum Salih’i halkın gözünden düşürmek ve ondan soğutmak için fırsattı: “'Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler. Salih: 'Size çöken uğursuzluk Allah katındandır. Siz imtihana çekilen bir kavimsiniz.” (Neml: 47) Evet, bir uğursuzluk vardı ama sebebi yaptıkları zulme “dur” diyen Salih’in söylemleri değil, bilakis kendi elleriyle yaptıkları zulüm ve adaletsizlikti…
Hz. Salih’in kavmi, şimdi de ondan peygamberliğinin ispatı için mucize istiyordu. Oysa bilmiyorlardı ki verilen mucizeler inanılmadığında isteyenlerin sonu olurdu. Nihayetinde Allah peygamberini desteklemek için müşriklerin istediği mucizeyi verdi: “Salih: "İşte delil bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı belirli bir gün onun, belirli bir gün de sizindir; sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalar" dedi.” (Şuara:155-156)
Olayın etrafında döndüğü kavmin helakine sebep olan deve ise belki de kıssanın en can alıcı bölümüydü. Allah, “nâkatullah” (Allah’ın devesi) diye tanımlamıştı. Deve, Semud kavminin imtihanı olmuş ve sınavı kaybetmişlerdi. Devenin Allah’a izafe edilmesi, sözü geçen hayvanın herhangi bir kişiye ait olmadığı, dolayısıyla bütün toplumun onu korumakla yükümlü olduğu anlamına geliyordu. Bu deve ilahi varlık hiyerarşisini bozan zalimlerin ipliğini pazara çıkaracaktı. Semudlular, “Allah’ın devesine”, “Allah’ın arzını” çok görmüşlerdi. İçlerinde büyüyen mal ve mülk sevgisi bir deveye bile yaşam ortamı bırakmayacak kadar daralmış, içlerindeki sevgi ve merhameti silip süpürmüştü. Zayıf gördüğü herkese, her varlığa karşı kaba ve küstah davranmakta kendilerine gurur payı çıkaran ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak kötülüğü yayan bu kavmin kaba kuvvete dayanan tahakkümüne “Allah’ın devesi” bir uyarıydı. Sahipsiz olan bir devenin su içme/hayat hakkının olduğu ve öldürülmemesi yönündeki emri; zayıf ve güçsüzlerin, yetim ve yoksulların kamusal alandaki haklarına saygı duyulması gerektiğini anlamına geliyor ve Allah tarafından güvence altına alınıyordu. Fakat peygamberlere, “yanlarındaki zayıf ve güçsüz kimseleri kovmaları halinde onlara iman edeceklerini” söyleyen zalimlerin zihni hiç değişmiyordu.. Mucize isteklerine binaen kendilerine verilen “Allah’ın devesi” ile nasıl Semud kavmi imtihan olmuşsa, “Allah’ın beytini” puthaneye çeviren ve onun sırtından köşeyi dönen Mekkelilerin imtihanı da Beytullah olmuştu. Kendilerine “Allah’ın olanı sahiplenmeyin, sömürmeyin, zulmetmeyin” uyarısında bulunuluyordu.
Bilginin
tutunamadığı yerde şiddet başlardı. Onlar da öyle yaptı: “Buna rağmen deveyi kesitler.”
(Hud:65) Gönderilen mucize Semudluların kin ve nefretini arttırmaktan
başka işe yaramamıştı. Kalplerini yumuşatmak için gönderilen ve zarar
verilmemesi istenen deve, onların kalplerini daha da katılaştırmış ve onu
acımasızca katletmişlerdi.
Semudlular kendilerine gönderilen deveyi katletmişler ama Hz. Salih’in etkisini kıramamışlardı. Artık meseleyi kökten halletmek istiyorlardı: “O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı. Allah'a and içerek birbirlerine şöyle dediler: "Gece ona ve ailesine baskın yapalım, sonra da velisine ‘Biz ailesinin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz’ diyelim". Onlar öyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını altüst ettik.” (Neml:48-50) Kıssanın en ilginç vurgularından biri olan “dokuzlu çete”, zulümle elde ettikleri zenginlikle azmış, hesabı unutarak bozgunculuk yapan, kamu malına göz diken, hırsızlık, yolsuzluk yapan güç ve iktidar sahibi kimselerdi. Bunlar, kendi çıkarları için ülkeler işgal eder, dünyayı felakete sürüklemekten çekinmezlerdi. İşgal ettiği memleketlerin kimsesiz çocuklarını fuhuş ve organ mafyasına satardı. Bu çeteler “mutlu yaşasınlar” diye milyonlar “mutsuz” olurdu. Kamuya ait mallar bunlara peşkeş çekilir ama mazluma ve garibana koklatılmazdı. Hak ve adaletten en çok bunlar rahatsız olurdu çünkü haksızlık ve adaletsizlik onların “gelir” kaynağıydı. Karanlık kimselerdi bunlar ve bu sebeple aydınlığa düşmanlardı. Dün deveyi öldüren Semudlular ile, “bu kızlar hangi suçundan dolayı öldürüldü?” diye sorgulanan Mekkeliler ve bugün kendi gelecekleri için dünyayı açlığa mahkûm edenler aynı hastalıklı zihnin ürünleriydi. Hz. Salih’in mucizesini ortadan kaldırarak hakkı ortadan kaldıracağını sananlar şimdi hedeflerine Hz. Salih’i koymuşlar, tıpkı Mekkeli müşriklerin Hz. Muhammed’i hedefe koydukları gibi. Kur’an karşısında tutunamayan Müşrikler, Peygambere ve inananlara işkenceler yapmış, ambargolar uygulamış, iftiralar atmış ama bir sonuç alamamışlardı. Şimdi onlar da Semudlular gibi, Hz. Peygamberi ortadan kaldırarak hakkı ortadan kaldıracaklarını sanıyorlardı.
Oyun aynıydı, dokuzlu çetenin planladığı gibi birden saldıracak ve cinayeti kim vurduya getireceklerdi. Suçu herkese paylaştırarak riski azaltacaklardı. Kabilecilik anlayışının bir yansıması olan bu öldürme planıyla suça herkesi ortak edecek, Haşimoğullarının açacağı kan davası açmasının önüne geçeceklerdi. Ama Rabbi onların tuzaklarını bozdu ve kapısını bekleyen onca silahlı adamın arasından kılına bile zarar verdirmeden Rasulü’nü oradan çıkardı.
Kendini katletmeye karar veren kavmi için Hz. Salih’in yapacağı bir şey kalmamıştı. İnanlarla birlikte şehri terk etmiş ve zalim toplum Allah’ın gazabına uğramıştı: “Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu, oldukları yerde dizüstü çöküverdiler.” (Hud:67) “İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Anlayan bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır.” (Neml:52)
Kıssanın Salih kavmi ile Hz Peygamberin yaşadıkları ile kurduğu bağ aslında tüm zamanla kurulan bir bağdı. Çünkü problemin merkezi olan insanın mülkle kurduğu sıkıntılı ilişki, ne Semudlulara ne de Mekkelilere has bir özellikti. Problemin sebebi insanın olduğu her yerde ortaya çıkan ve mülkün yaratıcısına başkaldırma sebebi olan bir mülkle kurulan yanlış ilişki problemiydi. Kur’an’ın evrensel dili tam da burada devreye girerek geçmiş kavimlerin mülkle ilgili problemleri gündeme getiriliyor ve tüm insanlık uyarılıyordu. Allah, Hz. Salih’in kavmine sonsuz nimetler vermiş ama onlar geçmiş kavimlerin yaptığı gibi nimetin sebebini kendilerinde görmüşlerdi. Madem kendileri kazanmışlardı o halde istedikleri gibi de harcayabilirlerdi. Bu tavırdı onları zulme ve isyana sürükleyen. Hâlbuki Allah, o nimetleri “zenginlerin elinde gezen” bir meta olsun diye vermemişti. O servet ve nimetlerde yoksulların da hakkı vardı. Toplumun bir kısmı aç ve sefil yaşarken, servet bir diğer kısmının elinde birikmemeliydi. Dünyanın bütün servetinin küçük bir azınlıkta toplanması ve diğerlerinin sefalete mahkûm edilmesi insana ve insanlığa yapılan en büyük zulümdü. Dünün Semudlulardı bu zulmü yapanlar bugün ise sahipsiz ve savunmasız bulduğu ülkelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarına göz diken, mazlum halkları sömüren, çıkarları için doğayı ve çevreyi kirleten “küresel çetelerdi”.
Ve kıssa bize de şunu diyordu: “Unutmayın, yeryüzünde sahipsiz ve
kimsesiz sandığınız ne varsa işte onlar Allah’ın devesi gibidir. Hava, su,
petrol, doğalgaz, hayvanlar, bitkiler, ormanlar, çevre… tümü insanlığın ortak
malıdır. Bunları kirletmeyin, ele geçirmeye çalışmayın, insanları köleleştirmeyin,
yeryüzünün kaynakları sömürerek talan etmeyin, küstahlaşmayın, nesli ve tohumu
bozmayın, en önemlisi ise hakkınıza razı olun.”
Veli KURT 25.05.2020
Yorumlar
Yorum Gönder