Hayır... Onlara Boyun Eğme !




                                                     Hayır... Onlara Boyun Eğme !
          600’lü yılların başlarıydı. Yeryüzüne misafir olarak gönderilen insanın, ev sahipliğine soyunarak, evin sahibine rağmen, misafiri olduğu mekanın düzenini değiştirmeye kalktığı, böylece hem kendinin, hem de ev sahibinin düzenini bozduğu kentlerden biriydi Mekke... Diri diri gömülen kız çocuklarını, köle pazarında satılan ezilmiş insanları, kan davalarında katledilenleri, bitmek tükenmek bilmeyen kabile savaşlarını, fakirin sefalet, zenginin safahat içinde yaşadıklarını, tarih boyu hep göre gelmiştir insanoğlu. Ve yine tarih tekerrür ediyordu Mekke’de... İnsanoğlu bir kere azmaya görsün, zulmün en acısını, en dehşetlisini, hiç vicdanı sızlamadan tattırırdı kendi türüne. Kendilerinin icadı din ve bu dinin tanrıları yontma putlar da yaptıkları zulme ses çıkarmıyordu. Yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gönderilen insan, kendini yeryüzünün tanrısı gibi görerek kaos yaşatıyordu insanlığa.
         Yok muydu insana, unuttuğu yeryüzündeki varlık sebebini hatırlatacak? ’Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ diye haykıracak. Ama hayır, Yaratan ‘yol gösterecek ve başıboş’ bırakmayacaktı yarattıklarını... İnsanın sandığı gibi Tanrı, ‘Yeryüzünün ve kullarının basit işlerine karışmayan ve yeryüzünde yarattığı mükemmelliği seyretmek için göğe çekilen deizmin tanrısı’ olmadığını tekrarlayacak; Adem’den bu yana yaptığı gibi yine rahmetinin bir tecellisi olarak, insana acıyıp; ’ilgi, sevgi ve 'alaka’sını gösterecekti. Tarih boyu bu hep böyle olmamış mıydı? Bunu, kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed’in aracılığıyla tüm insanlığa “Oku!” diyerek yapacaktı bu sefer. Ve Hıra’da, göndereceği o elçisini hazırlıyordu büyük sınava...
Rabbin insanlığı kurtarmak için hazırladığı O elçi, yaşadığı toplumunun içine sürüklendiği felaketi görüyor, ama ne yapacağını, onu nasıl kurtaracağını bilmiyordu. Gidişatı düzeltmeye ne bilgisi, ne zenginliği, ne de sosyal statüsü müsaitti. Çareyi, Hıra’nın huzur veren karanlığına bırakmakta bulmuştu yıllarca kendini. Bu bir kaçıştı belki; ama başka da yapacak bir şeyi yoktu. En azından yaşanan pisliklerden uzak durmaktı belki de yaptığı. Fakat gün geçtikçe bunun da bir çare olmadığını anlamaya başlamıştı. Çünkü dışarıda bıraktığı dünya, uçuruma doğru hızla ilerliyordu. Diğer Hanifler gibi ‘benden uzak dursun, bana bulaşmasın yeter ’demek ona acı gelmeye başlamıştı. Onu ve toplumunu yaşadıkları bu çıkmazdan kurtaracak reçetenin inme zamanı gelmişti: “OKU!”. İnsana düşen de onu okumak ve ona uymaktı artık...
      Basit bir kan pıhtısından(Alak'tan) yarattığı insana ilgi ve alakasını(alak-alaka) kesmediğinin göstergesiydi ‘oku’. Pekâlâ neyi okuyacaktı, ortada bir metin bile yokken, okuma-yazma dahi bilmezken. İşte Rabbi, ‘doğru bilgiyi kaybeden insana, doğru bilgilenmeyi öğreterek’, yeryüzünün Rabbi adına, yeryüzünü yeniden inşa edeceğini, bunun için önce kendinden başlayarak kainatı yeniden okumayı öğretecekti. Eğer neyi ve nasıl okuması gerektiğini bilirse, mikro kozmos olan insana, makro kozmosu okumayı öğreterek,  esfel-i safilinden, eşref-i mahlûkata çıkmanın yolunu gösterecekti ‘oku’ emri ile...
İndireceği Vahiyle ona doğru yolu gösterecek olan Rabbi, bilgiyi kuşaktan kuşağa aktararak, tekâmülünü gerçekleştireceği, öğrendiği tecrübeleri paylaşabileceği kalemle yazı yazmasını da öğretmişti. İnsanoğlu, helak edilenin niçin helak edildiğini, yaşayanın niçin yaşadığını, kime kul olası, kime olmaması gerektiğini, kime ne kadar değer vereceğini ya da vermeyeceğini, kısacası kendisini kimin terbiye (rab) etmesi gerektiğini inen bu vahiyle öğrenecek ve kalemle sonraki nesillere aktarabilecekti Rabbinin bu ikramını...
      Toplunun kurtuluşu adına ne yapacağını bilemeyen Abdullah’ın yetimi Muhammed, ‘Rabbi tarafından terk edilmediğini’ biliyordu artık. O şimdi, Kisra’nın debdebeli sarayına, Mekke kodamanlarının günahkâr vicdanlarına, Kostantiniyye’nin yıkılamaz sanılan surlarına, Allah’tan başka ilahın olmadığını haykırmak için "Allah’ın Resulü" olarak Mekke’nin yolunu tutmuştu.
     Adresini şaşırmış, neyi, niçin ve ne kadar seveceğini bilemeyen, yeryüzünün sahibi olduğu vehmine kapılarak, bir damla sudan yaratıldığını unutup, kendini yeryüzünün ilahı sanan insan, haddini bilip bu hatırlatmaya ve uyarıya kulak verecek miydi? Ama hayır! O, kurduğu sahte yeryüzü cennetinin elinden çıkmaması için, var gücü ile onu engellemeye çalışacaktı. Ataları da böyle yapmamış mıydı? Şuayb’a soruyordu kavmi: ’Senin bizim gibi olmana engel olan şey, senin namazın mı? İşte Mekke'li Müşrikler de onun namazını engelleyerek başlamışlardı işe. Biliyorlardı ki namaz sosyal hayata ilk müdahaleydi. İlk karşı çıkışları da, namazı engelleyerek olmalıydı. Fakat şu bilinmeli ki; farkı fark ettirmeyen namaz, sosyal hayata müdahale edemeyen namaz, ‘Yuh olsun o namaz kılanlara, kıldıkları namazın farkında değiller!’ diye uyarılan namaz değildi. Kılınan namaz, insanı kötülüklerden korumuyorsa, toplumun fitne ve fesadına karşı onu ayakta tutmuyorsa, müstekbirlere karşı kıyam ettirmiyorsa, secde edilmesi, boyun eğilmesi gereken makamı bize öğretmiyorsa, Ebu Leheblerin, Ebu Cehillerin böyle namaza itirazı yoktu.
      Boyun eğeceği adresi şaşırırsa insan,biz o azgınların günahkar perçeminden tutar yere çalarız ki, hakikat karşısında ne kadar aciz ve sefil olduklarını anlarlar, fakat bu anlama artık onlara fayda da sağlamaz artık. Onun için sen ey insan! O azmış insanların sahte gücüne değil, her şeyin halıkı olan Rabbine ‘secde et ve ona yaklaş’. O’nunla senin arana girmeye çalışan tüm tağuti güçleri de bana bırak ve sakın onlara boyun eğme…(Alak suresi)Veli KURT


Yorumlar

  1. Doğru tarafta onursal yerini almak isteyen birinin illâ Sn.ERDOĞAN'a biât etmesi gerekmemektedir. Şu Marx-bilimsel gerçekliğin tam idrâki içinde İSMET İNÖNÜ'e biât etmesi de yeterlidir: Neo-Tanzimatçılık yolunu 1946 yılında İnönü açmıştır. Yola bilahare Menderes ve Ecevit'in döktükleri molozlar da KEMAL DERViŞ buldozeri ile kaldırılmıştır. Sn.Derviş Pembeköşk Sitesi'nde ikamet ederdi. Sn.ERDOĞAN'ın yürümekte olduğu nurlu-füruğlu yol İNÖNÜ yoludur.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?