Sen Mecnun Değilsin…
Sen Mecnun Değilsin…
Yaratanın, yarattıkları üzerine yemin
ederek söze başlaması, üzerine yemin edilen varlığın önemini, gerçekliliğini ve
ardından gelecek olan konunun önemine dikkat çekiştir... Kalem ve onunla
yazılan satır satır yazılar, insanın ömür sermayesinden arta kalan biricik
mirastır, insana ve insanlığa. Kaleme yemin, Âdem’in yaratılışı ile başlayan
tevhid mücadelesi ve bunun son halkası Kuran’a ve onun gerçekliliğine yemindir.
Çünkü bu mücadelenin kaderi ve yöntemi kalemle yazılmıştı. İlahi bilgi, insana,
fıtratına uygun yaşam öğüdü verirken, şeytan onu bu bilgiden uzaklaştırarak,
vesveseleriyle fıtratının dışına iter. İnsan bu anlamda hakla batılın savaş
meydanıdır. Kalem, insanlığın şeytanla yapmış olduğu savaşların galibiyetlerini
ve mağlubiyetlerini,tecrübeye tahvil ettirerek, bunu nesilden nesile aktarır,
kendisinin tekamülüne vesile kılar Kısacası;İlahi bilgininde, şeytani bilgininde
aktarım aracıdır kalem..
Yazılanın doğruluğu, yazanın güvenilirliğiyle
doğru orantılıdır..Allah yemin ediyorsa kaleme ve yazılana, onun
güvenilirliğine ve önemine kim söz edebilirdi? Bu sebeple, kulak vermeliydi
insan, yaratanın kutlu sözüne. İlahi kelam, müşriklerin iddia ettiği
gibi; cinlerin ilham ettiği bir şair sözü ya da geçmişin masalı değildi.
Kalemle yazılan, kalem kadar gerçek olan, hayatın içinden, hayata dair yüce bir
kelamdı. O, kalemle yazılan, kalem kadar gerçek olan, hayatın içinden,
hayata dair yüce bir kelamdı. Kuran kıssaları da, bu mücadelenin anatomisiydi.
Bir taraftan müşriklerin mücadele stratejilerini ve mantıklarına dair ipuçları
verirken, diğer taraftan mü’minlere de verilecek mücadelenin metodunu ve
yöntemini sunan yüce bir kelamdı.
“Sen, Rabbinin nimetiyle
bir mecnun değilsin ve sen büyük bir ahlak üzerinesin.” Yaratılış
amacını bozarak, fıtrata uygun yaşamayan insanı fıtratına davet etmeye
kalkmak, deliler köyünde akıllı olmak kadar zordu. Dün El-Emin diyenlerin bugün
mecnun demeleri, onu ve davasını marjinalleştirme mücadelesiydi. Kurdukları
zulüm düzeninin temellerinden gelen çatırtıydı onları telaşa düşüren,
çirkefleştiren. Verilen psikolojik savaş ve kara propaganda daha ilk adımıydı
verecekleri savaşın. Müslümanların etki alanı genişledikçe, onların da
stratejileri değişecek ve acımasızlaşacaktı.
Ona, mecnun
demişlerdi ama tutmamıştı, hatta kendileri bile inanmamıştı. Nasıl inansınlar
ki, o değil miydi kimseye bırakamadıkları emanetleri kendisine teslim
ettikleri, kendisine El- emin dedikleri, kavgalara hakem yaptıkları. İlk adımdı
her zaman rakibi marjinalleştirmek için yapılacak iftira ve dedikodular. Bundan
istedikleri sonucu alamayan müşriklerin ikinci adımı ise, uzlaşma teklifleriydi.
“Şu halde yalanlayanlara itaat etme.” Yapılan iftira ve dedikodulardan
kaçma adına, şerlerinden emin olma, onlara biraz daha yaklaşabilme uğruna
onlara itaat etme diyordu yaratan. Çünkü uzlaşma yozlaşmayı da beraberinde getirir.
İftiralarla yenemediklerini yozlaştırmayla yenme stratejisidir uzlaşma. Ama,
oyunun kuralını onlar değil ,Rabb belirler:”Yalanlayanlara itaat, yağ çekme.”
Kimlerdi itaat edilmemesi, yağ çekilmemesi gereken insanlar; “Yemin edip
duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren Hayrı
engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr, zorba-saygısız, sonra
da kulağı kesik; Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye, Kendisine
ayetlerimiz okunduğu zaman: “(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır” diyen.”
Ve senin savaşın bu tipolojisi
çizilmiş aşağılık insanlara ve onların ahlaksız tavırlarına olacaktı..
Onların verecekleri tavizler onlar açısından önemli değildi; çünkü yüzlerce
tanrısı olan bu insanların, senin tanrını da araya sokuşturmaları, onlarda neyi
eksiltecekti ya da arttıracaktı? Oysa İslam, yüzlerce tanrının esiri olmuş
insanı, tek olan Allah’a çağırarak, onları özgürleştirmek için inen bir
dindi... Putları devirmek için gelen dinin yeni putları olmamalıydı. Verilecek
mücadelede, temel ilkesi bu olan bir anlayış, makyevelist, pragmatist ve
ikircikli tavırlara prim veremezdi.. Bu uyarıyı hücrelerine kadar hisseden
Allah’ın resulü, bir avuç Müslüman iken bile, ‘sizin dininiz size, benim
dinim bana’ (109:6) diyerek, verilen tavizlere zerre kadar meyletmemiş,
‘Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz vazgeçmem davamdan’ diyerek
kapatmıştı kapıları alçakça uzlaşılara. Reddediyordu tüm uzlaşma tekliflerini,
çünkü Ona;” sadece O’na kulluk etmesi
ve sadece O’ndan yardım beklenmesi” emredilmişti. Oysa uzlaşma, kendine
ve davasına güveni olmayanların güç karşısında eğilme ameliyesiydi. Bu bireysel
değişimini tamamlamadan toplumu ve sistemi değiştirmeye çalışanların, kısa
yoldan anlık başarı sağlama ya da bedel ödemeden sonuca varma girişiminin
sonucu olarak çıkardı piyasaya. Oysa yaratıcının yöntemini belirlemediği bir mücadeleyi;
O’nun adının kullanıldığı, dininin rant aracına dönüştürüldüğü, istismarcı
siyasetin ve dindarlığın samimi duyguları sömürdüğü yozlaşma tehlikeleri
bekler.
Bahçe sahipleri kıssası,
tevhid mücadelesinin önündeki üçüncü tehlikeyi haber verir ortanca
(makul/vasat) kardeş üzerinden tüm Müslümanlara. Ürünlerinden fakire vermemek
için sabah erkenden yola düşmeyi tasarlayan kardeşleri uyaran, ama uyarısının
arkasında durmayarak/duramayarak, diğerlerine tabi olan ortanca kardeş.
Kişinin niyetinin iyi olması eğer ameline yansımıyorsa (teori-pratik
çatışması) ona hiç bir faydasının olmadığı gerçeğini anlatır bize bahçe
sahipleri kıssası. Eğer o makul/vasat kişi uyarısında kararlı olup eyleme
dönüştürebilseydi söylediklerini yaşamayacaklardı bu imtihanı. ‘Biz
mülkü aranızda devir daim ettiririz’ diyordu Allah. Fakat insanın mülke
olan ilgisi, onu elinde tutma ve yığma hırsı, kendisine emanet olarak verilen
mülkü sahiplenmeye kalkma aç gözlülüğü,
kendi kuyusunu kendine kazdırır. Çünkü mülk, ne zaman birilerinin elinde
yığıldıysa, diğeri aç ve açıkta kalmış, bu adaletsiz taksimat ise, toplumların
felaketi olmuştur. Bunu görüyordu belki ortanca kardeş, ama bunun mücadelesini
vermekten geri duruyordu. Ortanca kardeşin ürününü istisna tutulmadan hepsinin
helaki, mücadelesini vermediğiniz/veremediğiniz, arkasında durmadığınız
düşünce/niyet; sizi de, mallarınızı da, evlatlarınızı da kurtarmaz mesajı
veriliyordu. Fiiliyata geçmeyen sözün anlamı yoktu. Ve aynı zamanda, Adaletin
ve doğruluğun ölçüsünü, çoğunluk değil, Allah belirler ve bunun mücadelesi, tek
başına da olsa verilmesi gerekir.. “Eğer
yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar.”(6:116)
Bir şeyin hak ve adalete uyup uymadığının ölçüsü, çoğunluğun vereceği
kararına bağlayanların hatalarını anlaması durumunda tövbe kapısının da açık
olduğu vurgulanıyordu. İnsan, hata yaptığı kadar insandı, onu şeytanlaştıran
ise, hatalarındaki ısrardı. Ürünlerinin yok olmasıyla imtihan edilen
kardeşlerin, hatalarını anlamaları ve bundan ders çıkarmaları bir erdemlilik ve
affa sebebiyetti.
‘Ne oluyor size,
yoksa sizin yanınızda kitap mı var da ondan mı okuyorsunuz.’ Bu hitap,
hayatını kitaba göre değil, kitabı yaşadığı hayata göre uygulayanlara uyarıydı.
İnsan kitaba uymalıydı, kitabına uydurmadan.
İnsan, ne adına ve niçin yapardı bunu? İnsanın dünya hayatına olan
tutkusu ile ‘fıtrata dön’ çağrısının çatışmasıydı bu. Ama o bu sese kulak
tıkamış, sanki ‘Seçip beğendiğiniz her şey mutlaka sizindir’
denilmişçesine aşağılık bir hayatı tercih etmişti. Ama unuttuğu bir şey vardı
insanın, putlaştırarak karşısında boyun eğdiği, yığdıkça yığdığı dünya
nimetleri,‘dizlerin bağının çözüldüğü gün’ yani ölüm ve kıyamet karşısında
bir anlam ifade etmeyeceği gerçeğiydi.
Bu sahte güçlerin arkasında
koşan, anlatılan gerçeklere ayak direten insanlardan;”hiçbir talepte
bulunmadın, karşılık istemedin.”’ Böyle olması da düşünülemezdi. İslami
mücadele, dünyevi karşılıklar için yapılamazdı. Davetçi, davetinden dolayı
kimseyi minnet altına alamayacağı gibi kendisi de minnet altına girmezdi. Dünya
malının ve iktidarının esaretinden kurtarmaya çalışırken, insanları kendine
esir yapmamalı davetci. Din üzerinden güç sahibi olanlar, güç ve iktidarlarını
elde tutabilmek için, dini değerleri yozlaştırmaya, tahrif etmeye, değiştirmeye
kalkışmamalı, dünya nimetleri ve iktidarlarına karşı zafiyeti olanların elinde
din;zulmün bir aracına dönüşmemeli.Allah
Resulünün (SAV) Sahaleriye otururken içeri girerek ‘içinizde hanginiz Muhammed’
diye soran bedeviye, ‘onların efendileri onlara hizmet edendir.’demesi,din
üzerinden prestij elde edenlerin unutmamsı gereken bir gerçek olarak daima
hatırda tutulmalı. Kuru ekmek yiyen kadının çocuğu olarak başlayıp, kuru ekmek
yiyerek bitirilen bir hayatla, bu mücadelede nelere dikkat edilmesi öğretiliyordu
yaşanarak.
‘Sen, Rabbinin hükmüne
sabret. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, (balığın karnında) kederli bir
halde Rabbine yakarmıştı. Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı, o
mutlaka kınanmış bir halde ıssız bir yere atılacaktı.’ Tebliğciyi bekleyen
en büyük tehlikeydi Yunus’un içine düştüğü psikoloji. Ümitsizliğin, korku ve
endişenin yol açtığı karamsarlık, sabırsızlık, kısa yoldan sonuca ulaşma
tutkusu..Oysa İslami mücadele, sonuç odaklı bir mücadele değildi. ‘Sizin
hayır bildikleriniz şer, şer bildikleriniz hayır olabilir’ (2:216) diyen
Allah, mücadelenin belirlenen metodla, tevekkülle ve sabırla devamını
istiyordu. Allah’ın kullarına yüklediği sorumluluk, muhatabını Müslüman yapma
zorunluluğu değil, tebliği istenilen şekilde ona ulaştırıp ulaştıramama sorunuydu.
Sonuç ve başarı onun inayetine bağlıydı. Vahyin ilk yıllarında anlatılan
Yunus’un kıssası, Hz. Peygambere hem yol çizerken, hem de uyarıyordu. Zira
Mekke’de el üstünde tutulan peygamber, Mekke kodamanlarının ve şürakasının bir
numaralı düşmanı olacaktı. Kurdukları şirk düzenini yıkmaya, mazlumun hakkını
almaya geleni bekleyen sonuçtu savaş.
Peygamberimize ve Müslümanlara yöneltilen
psikolojik baskıların, ekonomik ambargoların, tehditlerin, işkencelerin, onu
ümitsizliğe düşürmemesi beklenemezdi. Nihayetinde insandı her biri zaaflarıyla,
korku ve endişeleriyle. Bu ümitsizlik, Yunus’un yaşadıklarını yaşatmamalıydı."Rabbin dileseydi, yeryüzünde
bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”(Yunus-99)
uyarısıyla, mücadelenin yöntemini kendisi belirlemeye kalkanın, peygamber de
olsa sonucun hüsran olacağını öğretiliyordu. Tebliğciye düşen, sabırla mücadele
vermekti ve sonuç Allah’a aitti. ‘Sizden
öncekilerin başına gelenler sizinde başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
zannediyorsunuz’ (2:214) ayeti mücadelesini vermeden sonucunu bekleyen
Müslümanlar için büyük bir uyarıydı. Yaptığı hatayı anlayan Yunus’a rahmet
kapısını da aralıyordu merhamet sahibi Allah: ‘Eğer rabbinden ona bir iyilik
ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı. Ancak, rabbi onu
seçti, sonra da iyilerden kıldı.’ (Kalem Suresi-Veli KURT)
Yorumlar
Yorum Gönder