Kalk ve Uyar !..
Ateşin üzerine oturtulup, üzerine kap
(tencere, tava) konularak kullanılan metal altlığın adı olan sacayak, herhangi
bir olgunun ya da düşüncenin üzerinde temellendiği minimum üç ana etkeni de
anlatır bize. Alak, Müzemmil ve Müddessir, bu itibarla sacayağıdır vahyin.
Alak’la cehalete karşı okumayı, ama bu okumanın rabbin terbiyesi altında
olmasını emredilir. Rabbin adıyla öğrenilmeyen bilgi zarar verir insana ve
insanlığa. Onu azdırır, ceberutlaştırır. Bilgiyi, köleleştirmenin ve sömürmenin
aracı olarak kullanmaya başlar. Bilgi önce insanı insan yapmalı, insana kendini
bilmeyi öğretmeli ki, rabbini de bilsin, haddini de… Müzzemmil vahyin
nasıl okunacağını, dış dünyayı aydınlatmaya başlamadan insanın kendi iç
dünyasını aydınlatmayı, önce kendi nefsine söz geçirebilmeyi, vahyi yüreğinde
hissetmeyi öğretir insana. Sadece aklı ile konuşan değil, konuştuğunu
yüreğinde hisseden, anlattıklarını yaşayan insan inşa edilir Müzzemmil'de... Kendi
ruhunu arındıramayanın toplumu arındırmaya kalkması da problemdir ayrıca.
“Cihadın büyüğü, kendi nefsi ile yapılan” demiyor muydu Hz. Peygamber?
Müzzemmil’in terbiyesi altında olgunlaşan insana, Müddessir'le,ahlakı erozyona uğramış
toplumun yeniden inşası emrediliyordu.“Rabbi’nin adını yücelt.” Bu üç sureyle, mücadelenin yol
haritasını çiziliyor,hareketin sacağı belirleniyordu. Üç ayaktan biri veya ikisinin eksik olduğu
mücadelenin zafere ulaşması mümkün değildi çünkü.. Yola kılavuzun dediği yerden
başlamamanın faturasını Müslümanlar asırlardır yaşamakta ve ödemekteydi.
Sabahlara kadar namaz kılıp, tesbih çeken, ama bir defa kendine inen vahyi
okumayan sufiler, profesör olmuş ama irfandan, hikmetten yoksun,toplumundan uzak ilahiyatçılar, cihat için ülke ülke dolaşan, Allah adına
Müslüman öldürmeyi cihat sanan, tekfirci seyyar mücahitler ve bunların farklı
kombinezonları..Nereden ve nasıl türemekteydiler? Vahiyle inşa olmayan bir hareketin geldiği ve geleceği noktaydı yaşananlar.
Müddessir, vahyin üçüncü ayağı… Kalk,
uyanışı başlat. ‘Rabbin adını yücelt.’ Rabbin adının yüceltilmesi emri sadece
Mekke’deki taştan, tahtadan yapılan putlara karşı değildi tabi. Yeryüzünde
müstekbirleşerek, kendini ilah sanıp O’na savaş açan güçlere karşı, ondan başka
ilahın olmadığını söylemek ve bunun mücadelesini vermekti. "Rabbin adının
yüceltilmesi", bireyden başlayarak topluma ve yeryüzüne O'nun hâkim olmasıydı.
Ama önce kendi aklında ve vicdanında hissetmeliydi bunu. O'nun yüceliğinin
karşısında kendini yüce sananların ne kadar küçük, ne kadar aciz olduğunu
görmeliydi ki insan, mücadele ettiği zalim güçlerin karşısında eğilmeden,
onların teklifleri karşısında tavizler vermeden onurlu bir mücadele
sürdürebilmeliydi. Bunu yüreğinde hissetmeden başlanan mücadelenin daha ilk
adımında tavizler, pazarlıklar ve yılgınlıklar baş gösterecekti... Allah’ın
adını yüceltme davası ile yola çıkan Müslümanların, tarih boyunca,mücadele
verdiği iktidarların gücü karşısında boyun eğmesi, güç/mevzi kazanma adına iktidarlara, küresel güçlere yanaşarak, müstekbirleşmesi, diğer
Müslümanları yok sayması,onların kuyusunu kazması başka neyle izah edilebilirdi? Mekke’nin
zengin ve zalim kodamanlarına karşı savaş açan, döneminin süper güçlerine davet
mektupları gönderen Hz Muhammed, Firavunun karşısına çıkıp, "kavmimi alıp
gideceğim" diye haykıran Hz Musa, Nemrud’un putlarını yerle bir eden Hz
İbrahim, gücün asıl sahibini biliyor, O’na boyun eğiyor ve sadece
O’na güveniyorlardı. Bunu anlamadan ve hissetmeden başlanan mücadele, daha ilk
rauntta yenilmeye mahkûmdu. Daha bir avuç Müslüman iken, Müşriklerin pazarlık
tekliflerine; “sizin dininiz size, benim dinim bana”(109:6) demeyi emreden
vahiy, Müslümanlara gücün kimde olduğunu bildirmekte ve bunun verdiği özgüvenle onları dimdik ayakta tutmaktaydı. Yani Ebrehe’nin fillerini yenen Ebabil’leri
anlayamayan materyalist kafa ile bu mücadelenin koordinatlarının hesaplanamayacağı öğretiyordu.
Kokuşmuş sokakları ve vicdanları
arındırmak için yola çıkan Müslüman’ın, öncelikler bu pisliğe kendisinin
bulaşmaması gerekmekteydi. Pisliğin içinde olanın pisliği hissetmesi mümkün
müydü? Müslüman’a bulaşan pislik, temsil ettiği misyona da bulaşacaktı.
Düzeltmeye geldiği sistemle göbek bağı olanın, sistemin bir parçası olması
kaçınılmazdı. Zalimlerin kurduğu karanlık düzenlerin üzerine bir güneş gibi doğabilmek
için ışığın önündeki engeller kalkmalıydı önce: Günahlardan uzak dur. “İyilik yapmayı kendine kazanç kapısı
haline getirme.” Peygamberlik makamını bir ayrıcalık aracı haline getirme
diyerek mücadelenin ahlaki boyutu belirleniyor, bu çizgiden sapılmamasına
dikkat çekiliyordu. Tağuti güçlerle girişilecek bu mücadelede Müslümanlar güç
sahibi olmaya başlayınca, gücün asıl sahibini unutarak müstekbirleşmemesinin
önemi ve gereği vurgulanarak, tehlikenin ipuçları peygamber üzerinden
Müslümanlara haber veriliyordu. “Ben sizden hiçbir maddi karşılık istemiyorum”
derken de bunu söylemişti tüm peygamberler. Mücadeleye zengin olarak başlayıp;
malsız, mülksüz olarak bu dünyadan giderken Hz. Peygamber, maalesef kurduğu
devletin başına geçenler, saraylarda yaşamaya, insanları kendine kul etmeye
başladıklarını görünce tehlikenin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyordu…
İslamcı kanaat önderlerinin, oluşturdukları saltanatın bekası için, dini
kullanarak, dindarları kendilerine kul etmeleri de aynı hikâyenin farklı versiyonlarıydı. İslamı; mezheb, meşreb ve tarikat anlayışlarının
içine hapsederek,dine değil, kendi gurubuna çağıran, İslam’ın
maslahatlarını değil, kendi cemaatinin maslahatlarını ön plana çıkaran,
kendinden olmayanı Müslüman saymayan bir anlayış vahyin ruhuna tersti.Ama kimse, bu tür İslamcılara, serveti nasıl ve nereden elde ettiklerini,
iktidarlarla neden bu kadar içli dışlı olduklarını, din adına anlattıkları
efsanelerin dinden olup olmadığını sormaya bile cesaret edemedi. Dini sıçrama
tahtası olarak kullananlar, Allah’ın dini üzerinden ticari sektörler oluşturup,
bankalar, holdingler kurdular. Vahiy: zalim iktidarlara karşı savaşırken, kendi
iktidarını oluşturma, buyurganlaşma, dini anlattığın insanları minnet altına
alma, “onları; zalim ve müstekbir Mekke kodamanlarının karşısında
özgürleştireyim derken, kendine kul köle yapma” diyordu. Hz İsa’nın
Yahudilere “Allah’ın evini ticarethaneye çevirdiniz” diyerek başlattığı
mücadelenin kilise babaları tarafından,din adına halkını sömürmeye,kendilerine kul edilmeye başlaması aynı filmin farklı versiyonlarıydı.İnsan zaaflarıyla maluldü, zayıfken gücün karşısında
eğilir, güçlü olduğunda karşısındakini kendi önünde eğmeye çalışırdı. İşte vahiy,
karşısında eğilinecek ve itaat edilecek tek gücün "yaratan" olduğunu öğreterek insana özgürlüğün yolunu açıyordu.
İslam daha ilk ayetlerle kendisine güç,
evlat ve servet verdiği insanlara, bu verilen servetin nasıl kazanıldığına ve
nasıl harcanılacağına bir düzen koyacağının sinyallerini veriyordu: ‘Kendisini
tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona,
‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal’ (servet) verdim. Göz önünde-hazır
çocuklar (verdim).Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam
için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize
karşı ‘kesin bir inatçıdır.’ Velid b. Muğire ve diğer müstekbirleri, Allah’ın
mülkünde, O’nun verdikleri ile, O’na tuğyanları sebebiyle cehennemde
sürüklenecekleri Sekar bekliyordu. Velid’in vahye karşı takındığı tavır her
dönem müstekbirlerinin takındığı tavırdı: Pazarlıkçı iman. İman edersem ne
kaybederim, ne kazanırım? İşte bu gibilerinin kıyamette tırmanacağı bu dimdik
yokuş, onun bu dünyada iken imanda pazarlık yaparak oluşturduğu yokuştu. Rabbin
gücü karşısında güç sanılan mal, servet, oğullar, hırs ve inat, bugün
aşılamayacak bir yokuş olarak karşındaydı ve o güvendikleri yoktu ortalıkta.
Görüneni görüp, görülmeyeni yalanlayanlar, bugün o gördüklerinin aslında birer
yalan, görülmeyenin ise gerçek olduğunu görmüşlerdi. Ölçüp biçip, hesaplar
yapıp, sonra görülmeyenin değil görünenin peşine gitmenin daha karlı olacağını
sanıp, diğerine sırtını dönmenin bedeli, sekar yokuşunda ödeyeceklerdi.
İman; sorgusuz, sualsiz teslimiyettir.
Gabya imanda, imanın turnusol kâğıdıdır. Ve bazen Allah, bu imanı test eder
verdiği gaybi misallerle: “Onun üzerinde 19 melek vardır.” Ama
birileri kalkar, “17’sini ben hallederim diğerini siz halledersiniz.” der,
birileri de 19 ‘dan dan mucizeler türeterek, Kur’anı bile dizayn etmeye
kalkışır. Ama Mü’min, aklın ve kalbin işlevini iyi bilir, onu
birbirlerinin alanlarını karıştırmaz.
Cennetliklerle cehennemliklerin
diyaloğu, İman-amel ilişkisinin en güzel örneğidir. Cehennemlikler: "Namaz
kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi de doyurmuyorduk. Batıla dalanlarla biz de
dalardık. Ceza gününü de yalanlardık!” Hesaba inananın, hesabını verebileceği
bir hayatı sürdürmesi; amele dönüşmeyen imanın, kişiyi kurtaramayacağı daha
nasıl anlatılabilir ki…
Ve insanın önüne konulan iki yol:
“Şüphesiz bu Kur'an bir öğüttür. Dinleyen kimse ya öğüt alır. Ya da
Aslandan ürken yabanî merkepler gibi
arkasına bakmadan kaçar.” Oysa Allah der ki: “Kaçış nereye?” (Kıyame: 10) Müddessir suresi-Veli KURT
Yorumlar
Yorum Gönder