İTAAT= KULLUK YA DA ÜÇ GULFÜ BİR ELHAM…
İTAAT=
KULLUK YA DA ÜÇ GULFÜ BİR ELHAM…
Besmele,
Kulun eylem ve davranışlarında yaratanını hatırlaması ve onun hatırlatmalarına
kulak vermesidir. ''Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder,
O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini
anlamazsınız. ..''(17;44) İşe,Allah’ın
zikri ile başlanması, kainattaki o koroya katılmak, alemde var olan o ahengi
bozmamaktır.Fakat, ‘Besmele her kapıyı açan sırlı bir anahtardır’ diyerek,
besmeleye çilingir muamelesi yaptırmak ise, onun anlam ve ruhunu kavrayamamaktır. Besmele, sevgi ve
merhamet kaynağı olan rabbin rızasını alıp, yaptığı işe aşk ve muhabbet
katmasıdır ki, sonucu hamda ve şükre layık olsun. Bundan
dolayıdır ki besmele, İslam’ın diriltici soluğu, kul ile Allah arasında bağ ve
yapılacak fiillerde, rabbin olurunun alınmasıdır. Kısacası Besmele, Rahman ve
Rahim olan Allah’ın (cc) yasalarının dışına taşmama, haddi aşmama sözüdür.
‘Hamd,
âlemlerin Rabbinedir.’Fatiha, duaydı Rabbin kelamı kadim ile kullarının gönlüne ve
diline indirdiği. Kendi lisanı ile tanıtıyordu zatını ve kendine ulaşan yolu. O Âlemlerin Rabbiydi. Kâinatın yoktan var eden, onu
sevk ve idare eden ve bunun yasalarını koyan iradeydi. ‘Onun bilgisi
olmadan hiç bir yaprak düşmez ve yerin karanlıklarında hiçbir tane, hiç bir yaş ve hiç bir kuru yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.’(6:
59) Bu yasalar, günü birlik yasalar değildi ve hiçbir şeyi eksik
yaratmamıştı: "Allah'ın kanununda
asla bir değişiklik bulamazsın (111: 23), ‘Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve
düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.,her şey onun
iradesindedir: (77:4) Kulun
hizmetine sunulan bu muhteşem kainat için yapılacak hamd ise,oradaki muhteşem
ahengi bozmadan,onu bir emanet olarak görüp, koymuş olduğu yasalara göre
hayatını sürdürmesiyle olacaktı. Bu, kişinin kendisiyle, insanlarla,
kâinatla ve Rabbiyle olan ilişkisinde Allah’ın koyduğu yasalara tabi olmasıyla
mümkündü. Dolayısıyla hamdı sadece bir tesbihat değil, fiili bir duruş olarak
anlamalıydı insan. Yaratanın kâinat ile
ilgili tasarruflarını, muradı ilahisini bilip, ona uygun yaşaması, varlık
sebebini unutmaması yapacağı en büyük hamd’dı.Hamd, Allah’ın değerini değil,
kendi inceliğini, değer bilirliliğini gösterecek ve kendi şahsiyetini
yüceltecekti insanın. Müşahede âlemindeki varlıklar içinde, kendi iradesiyle karar
verebilen yegâne varlıktı insan. Bu yönüyle insan dışındaki tüm mahlûkat, O’nun
koyduğu yasalara icbari boyun eğerek varlık diliyle Allah’ı tesbih ederken insan,
kendine verilen irade ile ihtiyari olarak boyun eğen ya da isyan edebilen
varlık olarak yaratılmıştı. Bilgi edinebilen ve bilgiyi nesillere aktararak
tekâmül edebilen özellikleriyle ayrıcalıklı olarak yaratılışı, onu yeryüzünün
halifesi yapmıştı. Yeryüzündeki yaratıcı iradenin halifesi olması, onun adına
tasarrufta bulunabilmesi, hükmedebilme yetkisiyle donatılması, vekâletini
unutmadığı sürece her davranışını, fiili bir hamda dönüştürecekti.
‘ O Rahman ve
Rahimdir’. Rahman sıfatıyla kucaklar, tüm mahlûkatını yaratan. İnsana
indirdiği vahiy ise, rahmetinin en büyük tecellisidir. İnsanı başıboş bırakmayıp,
kendi terbiyesiyle terbiyelendirmesi, insana verdiği en büyük şeref ve
rahmetiydi.Rahman ve Rahim oluş, kul ile O’nun arasındaki en büyük ve en
aşılamaz çizgidir aynı zamanda..Çünkü kul, kendini güçlü gördüğünde diğerini
ezmeye, gücü elinde tutabilmek için zorbalığa yönelir ve güçsüzü kendine itaate
zorlar, kendine itaat edeni sömürür, köleleştirir, bir verir, üç ister.Rabb
ise, insanı kendine itaatle özgürleştirir ve verdiklerinin karşılığına kat kat
fazlasını verir, Rahim sıfatıyla.. ‘De ki:
Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, harcamakla tükenir korkusuyla
cimrilik ederdiniz. Çok cimridir insan!(17:100)’ ‘Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri
mi var? Öyle olsaydı insanlara bir. Çekirdek bile vermezlerdi.’ (4:53)
Şunun da unutulmamalı ki,Allahın
vermesi de, vermemesi de bir rahmettir ve insan bu iradeye kendi hayrı için
boyun eğmeli. Hz.Ali’nin: ‘Ben Allahın, Allah olduğunu her istediğimi
vermemesinden anladım.’demesinin hikmeti bu olsa gerek.
‘O,
Din günün sahibidir, malikidir’. Melik/malik olma, sahip olma demektir.
‘Sığınırın insanların rabbine melikine ve ilahına’(114:1-3).Allahın
terbiyesi ile yetişmek, melikliğin, hükümranlığın kime verileceğini bilmek
demekti. Çünkü yetenek, bilgi ve kabiliyeti ile sınırlı olan insanın,
sınırlarını bile tahayyülde acze düştüğü âleme meliklik iddiasında bulunması
haddini bilmezlik olurdu ki bu, ancak cahil cesareti ile açıklanabilirdi. ‘Doğrusu o çok zalim ve çok cahildir.’ (33:72)Yeryüzündeki
yaratıcının mülküne ortak olmaya kalkarak, kendisini melik ilan edenlere bir tehditti
din günü. Ama aynı zamanda, onun mülkünde,onun yasalarına itaat ederek
yaşayanlara da bir müjdeydi, din günü. Haddini bilip, bu iradeye boyun eğenlerle,
haddini aşıp yaratıcı iradeye isyan edenlerin, mükâfat ve cezalarının
verileceği adalet günüydü, din günü.
Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım
dileriz. Dua, insanın
yaratıcı karşısında ki varlık sebebiydi. ‘De ki: «Duanız olmasa, Rabbim size ne kıymet verir?(25:77) Dua kulun, acziyetini itirafı ederek, yardım istediği gücün
karşısında, boyun eğişiydi. Dua edenin, neyi, nereden ve nasıl isteyeceğini de
bilmesi gerekiyordu. Duada, ibadet edilen rabbi yardıma çağırma ve aynı zaman
da ona, boyun eğiş vardır: ‘Sabırla, namazla yardım isteyin.’(2:45)
Yani
itaat etmediği makamdan yardım dileme yüzsüzlüğü ile karşı karşıya kalmamalıydı
insan. Dua, salt sözden de ibaret olamamalıydı. Su isteyen Musa’ya,
asanla vur taşa diyen rabbi, kuluna, isteği doğrultusunda mükellefiyet ve
teslimiyeti yüklerken şu bilinci de aşılıyordu; Sen öyle yürekten, içten ve
inanarak iste ki, ben sana taştan su çıkarayım fakat duan seni tembelliğe de sevk
etmesin. Dua teslimiyetti, isterken ve itaat ederken kulluğun ve itaatin adresi
karıştırılmamalıydı. Yani İnsanın itaati kime ise, kulluğunun da ona olacağını unutulmamalıydı.
İnsan hırslıydı ama acizdi de, sınırsız arzularının karşısında. Muhtaçtı yani
her daim yaratanına. Senden istemeliydi bunu biliyordu ama buna yüzü yoktu,
çünkü duayı itaate bağlamıştın ve o bunu yapmamıştı –yapamamıştı. İsteklerinin kabulü
için aracılar bulmalıydı ki, duaları kabul olsun. Alternatifler buldu kendince;
yüzü suyu hürmetine diyebileceği şeyhleri, evliyaları, türbeleri, yatırları,
kısacası kırmayacağını düşündüğü her şeyi aracılar kılmaya başladı. Sen Rahman
sıfatınla isteklerini yerine getirdikçe, ihdas ettiği aracı kurumlara daha çok bağlandı.
Gökteki sana ulaşmak için, yerde sana ortak putlar üretti sayısızca.
‘Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna,
gazba uğrayanlar ve sapanların yolun değil’ Senin öğrettiğin
şekilde Hidayet istemiş, doğru yolunu göster bizlere demiştik. Çünkü senin
hidayetin, en büyük ödüldü ve ebedi mutluluğun anahtarıydı. Ve sen bize ‘şah
damarımızdan daha yakın’ olduğunu göstermiş, vaad ettiğin gibi kabul etmiştin dualarımızı.
Gönderdiğin Kuran, hidayet dualarımızın cevabıydı. ‘Biz bu kitabı
Allahtan korkanlar için bir hidayet rehberi olarak indirdik’(2:2) Ve
ilahi kelamınla devam etmiştin bizlere hidayet yolundaki tehlikeleri anlatmaya.
İnsanın ilk ve en büyük düşmanı olan İblisi ve tuzaklarını tanıtmıştın en ince
ayrıntısıyla. "İblis: 'Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben
de onları (insanları) saptırmak için senin sırât-ı müstakimin/doğru yolunun
üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından,
sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden
bulamayacaksın.' dedi." (7/A'raf, 16-17) Mühlet vermiştin iblise kıyamete kadar. Ona verilen izin, insan için çetin bir mücadelenin
başlangıcıydı aynı zamanda. Ama insana yalnız bırakılmamış, şeytanın tüm
hile ve tuzakları anlatılmıştı ki ayağı kaymasın. Şeytanın, ahiret ve hesabı
mümkün olduğu kadar unutturması, dünyaya bitmez tükenmez tutkularla bağlaması, tutkularının peşinden bir ömür sürüklenmesi,
ölümü ve ölümden sonrasını unutturması, boş hayaller peşinde koşturması, din ve
dini motiflerle aldatması, insan için hazırladığı tuzaklardan bir kaçıydı.
Gönderdiğin hidayet bizi edebe, utanmaya, şeytan ise özgüven adı altında arsızlığa,
utanmazlığa çağırıyordu. Hidayet tevazu ya, şeytan ise, teşhire, modaya, gösterişe
çağırıyordu. Hidayet, başkasına yardıma, fedakârlığa çağırırken, şeytan,
bencilliğe, başkasını köleleştirmeye ya da başkasına köleliğe çağırıyordu.
‘Gazaba uğrayanlar ve sapanlar etme bizleri’ diye dua etmiştik
sana ve sen yine kabul etmiştin duamızı. Anlatmıştın bize gazaba uğrayanların
ve sapanların kimler olduğunu ve niçin saptıklarını, ilahi kelamında. Gazaba
uğrayanların Yahudiler olduğunu söylüyordun kitabında. Çünkü onlar dünyevileşmişler,
Senin ayetlerini dünya menfaatleri için değiştirmişler, hakkı batılla karıştırmışlar,
diğer insanlara erdemi öğütleyip kendileri terk etmişler, verilen nimetlere
nankörlük etmişlerdi. Kelimeleri, kavramları yerlerinden oynatıp, içini
boşaltmış, fitne ve fesat çıkarmışlar, bunları yapabilmeyi kendileri için bir
hak olarak görmüşlerdi, çünkü Rabbin özel kulları saymışlardı kendilerini.
Yahudiliği yeniden özüne döndürmek için gönderdiğin Hz.İsa’yı ise başka tehlikeler
bekliyordu. Onun müntesipleri ise, ‘yeri göğü çatlatacak’ bir iftira ile ona
tanrının oğlu deme sapkınlığını göstermişlerdi. Yahudilerin dünyevileşme
hastalığı, bunları uhrevilik ifratı ile münzevileştirmişti. Antik Yunan’ın
pagan kültürü, Hz.İsa ve havarileri üzerinden yeni putlarını üretmişti.
Tanrının ve İsa’nın yeryüzündeki temsilcileri olduğunu söyleyen din adamları,
tanrı adına insanları sömürmeye, dini kendilerine göre yorumlamaya, yeni
helaller ve haramlar icat etmeye başlamışlardı. “Onlar
Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini rabler edindiler” ayetini
duyduğunda, Adiyy b. Hatem diyordu Rasulullah’a, Ben: “Onlar, din adamlarına
ibadet etmediler nasıl anlamalıyım ben bu ayeti ey Allahın resulü,
dediğinde,. “Evet, onlar onlara helali haram kıldılar, haramı da helal
kıldılar. Onlarda kendilerine uydular. İşte onların onları rab edinmeleri budur.”
diye cevap veriyordu, Allahın Resulü. Haram ve helal koyma yetkisi, Allaha aitti ve buna soyunan tanrılığa
soyunmuş demekti. Bu yetki başkasına verildiğinde, rabbin rab oluşu bitmiş,
hamd ise, içi boşaltılmış dilin tekrar ettiği bir zikir malzemesine haline
dönüşmüş olurdu. Dil, la ilahe illallah dese de, artık insan yeni
putlarını icat etmişti ve bunlar hayatından silinmedikçe, yüzlerce, binlerce
defa tekrar etmenin bir anlamı yoktu. Yahudiler dinin ruhunu, Hıristiyanlar
bedenini tahrif etmişlerdi. Yahudiler dünyevileşerek ve peygamberlerini
aşağılayarak dini tahrif ederken, Hıristiyanlar, peygamberlerini aşırı yücelterek,
göğe çıkartarak yapmışlardı tahrifatlarını. Görülene yönelip, görülmeyeni
unutmuşlar ya da görmezden gelmişlerdi. Ahiret nimetlerine değil, dünya
nimetlerine kul olmuşlardı ve sen kınamıştın böylelerini. Ve biz kınananlardan
olmamak için hidayetini istemiştik ve sende göndermiştin ama biz, gazaba
uğrayanların ve sapanların yoluna uyduk, hidayetine uymak yerine. Belki tahrif
etmemiştik kitabını onlar gibi lafzını bozarak, ama öğüt için indirdiğin
kitaptan öğüt almak yerine, biz onu ya ölülerin arkasından okuyarak ya da anlaşılmayan
ölü metinler haline getirerek yapmıştık tahrifatı. Muska olarak boynumuza ya da
bereket olsun diye evlerimize, işyerlerimize asmıştık ama hayatımıza işimize
dair söylediklerine hiç kulak asmamıştık. Yahudileri lanetlemiştik ama adına
‘Kurana yeniden dönmek’ diyerek, sünneti tarihsel kültür sayıp, peygamberi
postacı yapmıştık. Hıristiyanlara sapkın demiştik ama peygambere mevlitler
okumuş, salâvat yarışları tertiplemiş, kutlu doğum haftaları düzenlemiş,
arkandan gözyaşları akıtmıştık seller gibi ama örnek hayatı, örnek olmamıştı hayatımıza.
Fakat ilginç olan şuydu: Dünyevileşip kapitalistleşenlerimizde, dünyadan elini
eteğini çekip münzevileşenlerimizde, kendi anlayışını destekleyecek referansları
bulmuştu kitabında. Oysa sen: "Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz’ (2:85) diye uyarıyordun bizleri. Yani biz,
Yahudiler ve Hıristiyanların özelliklerini anlattığın ayetleri okurken, hiç
üzerimize alınmamıştık, oysa anlatılanlar, bizim hal-i pür melalimizdi.
Rabbin dilin den
rabbe edilen kabul edilmiş bir dua idi Fatiha. Duayı ettik ama cevabına hiç bakmadık,
kulak asmadık, çünkü anlatılanlar bizim değil onların hikâyeleriydi. Onların
Kurana dedikleri, esadir’ul evvelini biz davranışlarımızla demiştik. Ve biz,
Ümmül kitab olan fatihayı suistimal ettik, Fatiha kitabın özetiydi, kapısıydı
ve biz kapıdan dönmüştük. "Diriler için" gönderdiğin
kitabı (Yasin-70) ölülere okumuş, Fatiha’yı da gönlümüze ,hayatımıza yazmak
yerine, mezar taşlarına yazmıştık, “RUHUNA FATİHA” diyerek.Ve belki de okuduğumuz“üç
gulfu bir elham’ kendi ellerimizle öldürdüğümüz ruhlarımızaydı.. (VELİ
KURT-FATİHA SURESİ)
Yorumlar
Yorum Gönder