Hangi Suçtan Dolayı Öldürüldüler?
Hangi Suçtan Dolayı Öldürüldüler?
“Kim kıyamet gününü, sanki
gözleriyle görüyormuş gibi bakmak isterse, Tekvîr, İnfitâr ve İnşikâk
sûrelerini okusun” derken Hz. Peygamber, sadece anlamıyla değil; vurgu, seciye ve fonetiği ile
bile bu dehşeti yaşatan surelere dikkat çekiyordu. Muhteşem bir düzenle,
kusursuz olarak yoktan var edilen kâinat, belirlenen vakitte, yine kusursuz ve
olağanüstü, görkemli bir şölenle sona erecekti. Kozmik âlemin sona erişi olan
kıyamet, bir kaos değil, planlanmış, hesaplanmış bir final ve yeni bir
başlangıcın perde değişimiydi. Kıyameti, ‘saat’ kelimesiyle kullanılırken
Kur’an, bir saat gibi, tik tak işleyen zamanı iyi kullanmayı, zamanın çocuğu
olma bilincini ve hesabı verilebilir bir hayat tasavvurunu inşa etmekteydi
zihinlere. Her ölüm bir kıyametti ve her daim gözümüzün önünde cereyan eden
‘küçük kıyametler’, bir uyarı ve hatırlatmaydı, imtihanı unutan, hatırlamak
istemeyen bizlere. Sıcak bir yaz günü, Belh sokaklarında, ‘sermayesi erimekte olan şu adama acıyın’ diye bağırarak dolaşan buz satıcısının acınası durumuyla, ömür
sermayesini, saniye saniye tükenen insanın durumu arasında pek fark yoktur
aslında.
Kıyamet, ebedi cenneti, yeryüzü cennetine
değişen, olan hayatta, sınırsız arzuların kulu olan, dünyanın geçici
değerlerine sahip olmanın mutluluk için yeterli olduğunu düşünen insana,
bitmişliği ve yok oluşu hatırlatır. Ömür sermayesi bitmeden ömrün kıymetini
bilenlere, ölmeden önce ölenlere, büyük sur üflenmeden, kendi surunu
üfleyebilenlere ve hesaptan önce hesabı verebilecek hayat yaşayanlara ise,
ebedi bir hayatı müjdeler Kıyamet. Ama insan kıyameti bu sorumluluk duygusu ile
okumadı. Kıyameti önce kendi içinde yaşamak yerine, Kıyameti kendine emanet
edilen tabiata, güçsüzlere, mazlumlara yaşatarak, bir adım daha yaklaştı büyük
felakete...
Kıyamet dehşeti, Rabbinden rol çalmaya
kalkışıp, kulluğunu unutan, kendini yeryüzünün efendisi ve sahibi gören insana,
haddini bildirme, sınırını ve acziyetini gözler önüne serme zamanıydı. Güneş,
ay, yıldızlar, dünya ve insana kadar yapılacak bir projeksiyonla, insanın
abarttığı dünya hayatının, önemli sandığı servet ve şöhretinin ne kadar basit
ve önemsiz olduğu ortaya konurken, yine ters bir projeksiyonla okunduğunda da,
bu kadar basit olan insana verilen konum ve değeri de ortaya koyar kıyametle
ilgili ayetler. Çünkü acziyetine rağmen Allah onu halifesi kılmıştı âleme.
İnsan, eşya ile kurduğu ilişkinin derinliğini bu sorumluluk bilinciyle belirleyebilirse,
hayatın anlam ve gayesine ulaşabilecekti. Bu yönüyle “Kıyamet, bir aşıdır,
başlangıç ile son arasındaki insanın, dünya hayatında sağlam bir meyve
verebilmesi için.” (Sezai Karakoç)
Nice ocaklar söndürerek elde ettiği ‘yüklü develerin terk edildiği’, Wall Streetlerinin yerle bir edildiği, borsalarının, Dow Jones
endekslerinin tepetaklak olduğu, nükleer bombalarının ve tesislerinin ellerinde
patladığı, rezidanslarının, gökdelenlerinin ‘kaynayan denizin’ içinde kaybolup gittiği, petrolü için kan
gölüne çevirdiği Orta Doğu’nun, madenlerini sömürerek açlığa mahkûm ettiği
Afrikalının, patronu daha çok kazansın diye ezilen işçinin, tüketimin, modanın,
cinselliğin kölesi yapılan genç kızların, uyuşturucu batağına itilen gençlerin
hesabının sorulma vaktiydi kıyamet. “Hangi suçtan dolayı öldürüldüler” sorusu
sadece suçu işleyen zalimleri değil, onların feryatlarına kulak tıkayan
nemelazımcıları da yakacak ve asıl kıyamet o zaman kopacaktı. Bu sorunun
muhatabı olmama sorumluluğuydu Hz. Peygamber’in, Mekke zalimlerinin
karşısındaki onurlu duruşu. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diyerek ses veriyordu mazlum yığınların göğü saran feryatlarına...
“Arkadaşınız (Muhammed )mecnun değildir.” Kulluk için geldiği dünyaya sahiplenmeye kalkıp, yeryüzünde, kanla,
zulümle kurduğu sahte cennetin yıkılmasından korkan Mekke’nin zalim
kodamanlarının, kendilerine haddini ve hududunu hatırlatan vahyin ve
peygamberin sesini kısma girişimiydi ‘Mecnun’ yaftası. Kendilerine gönderilen
berrak kaynağı ve Kutlu elçiyi yıpratılma girişimiydi. Kara propaganda ve
psikolojik savaş, her tiranın ilk başvurduğu, tüm zamanların vazgeçilmez
taktiğiydi. Oysa kendisine mecnun dedikleri kişi, 40 yıldır içlerinde yaşayan,
kazandığı güvenden dolayı el-Emin dedikleri kişiydi. Ama onlar güneşi balçıkla
sıvamaya kalkmışlardı. Her gün şahidi oldukları yıldızlar, gezegenler, kararan
gece ve aydınlanan gündüzün inkârı nasıl mümkün değilse, vahyi getiren melek de
ve tebliğ eden elçi de yapılan iftira ve spekülasyonlardan o kadar uzaktı. Bu
tür iftiralar ve oluşturulmaya çalışılan şüpheler, sadece gerçeklerden kaçma,
kurmuş oldukları sömürü düzeninin bekasını sağlama adına, kulakları tıkama ve
indirilen mesajın insanlara ulaşmaması adına, etkisini kırma ve
marjinalleştirme çabalarıydı.
“Bu Kur’an size öğüttür.”
Peygamberler, İblisin insanların doğru yolu üzerine oturup yoldan çıkarma
teşebbüslerine, “Durun kalabalıklar bu çıkmaz sokak “ diyen kutlu
uyarıcılarıydı yüce Rabbin. Onlar aracılığıyla gönderdiği vahiy ise, bu kutlu
yolun ‘yoldaki işaretleriydi’. “O (Kur'an) kovulmuş şeytanın sözü değildir.” Şeytan ona yaklaşamazdı, ama ondan sağlıklı faydalanma yollarını
tıkardı. Bazen, öğüt için inen kitabı, manası anlaşılmadan, lafzı ve makamı
için okunan tören kitabına dönüştürür, bazen de kalplerin şifası olan kitabı,
üfürükçülerin, cincilerin elinde, boyuna asılan muskaya çevirirdi. Yol
göstermek için inen kitabı, kabına, kılıfına saygı gösterilen, ipek kılıflarla
evin en üst köşesine asılarak kutsanan, aksesuarlaştırılan, dirileri kurtarması
gerekirken, ölülerin kurtarılmaya çalışıldığı bir kitaba dönüştürürdü. Ya da; ‘Yoksa siz, bu kitabın bir kısmın alıp, bir
kısmını almıyor musunuz’ ayetine rağmen, parçacı
yaklaşımlarla, kendi düşüncelerimizin, mezhebimizin, meşrebimizin,
ideolojilerimizin onay makamı haline getirdi kitabı. Vahdet yerine
parçalanmanın sebebi olurdu Kur’an. Vahyi, peygamberin sünnetinden kopararak,
kelami, felsefi, tasavvufi yorumlarla, tartışma kitabı haline getirerek yapardı
İblis bazen işini. Kur'an, insanı felsefenin, mistisizmin, mitosun, kelamın,
geleneğin soyut ve pratikten yoksun uğraşılarına değil, yaşadığımız hayatın
somut gerçeklerine yönelterek, bu alanda ciddi sorumluluklar yükler. Bu
anlayışla okunmayan Kur’an, defalarca okunsa da, bilgisi hayatı kuşatmadığı
müddetçe, insana yetmeyecek ve yaşadıkları ortamın kimlik oluşturucu cahili
etkileriyle mücadele edemeyecekti. Öğretmek ve tahkik etmekle yükümlü olunan
Kur’an’ı, sadece ‘kıraat' etmek veya ettirme eylemiyle sınırlandırmadan,
''Taallum" (Talim etmek )ederek okumalı ki, teori ve pratiği kapsayan bir
okumaya dönüşsün. Kuran, en çok okunan kitap olduğu halde, toplumsal hayatı
hala; pozitivist, liberal, seküler, şovenist, kapitalist, demokrat dünya
görüşleri dizayn ediyorsa, bu okumaların yeniden gözden geçirilmesi gerekmez
mi?
Dönemin egemen güçlerine rağmen, çölün
ortasında, bedevi bir millet ve okuma yazma bilmeyen bir çobanla, yirmi üç yıl
gibi kısa bir sürede kurulan medeniyetin motor gücüydü Kur’an. Her dönem
insanın esiri olup tanrılaştırdığı, para ve iktidar gücüne boyun eğmeden
gerçekleşen bu inkılabı böylesi güçlü kılan, bu devletin önce yüreklerde
kurulmuş olmasıydı. Kur’an’ın yüreklerde tutuşturduğu ateşin önünde bütün
beşeri güçler boyun eğmek zorunda kalmıştı. Orta çağ karanlığına bir güneş gibi
doğan ve ışığı ile bütün dünyayı aydınlatan bu güce ne olmuştu? Bu ışık kaynağı
hala Müslümanların elinde olmasına rağmen niye ezilmişlikten, sömürülmüşlükten,
birbirini katletmekten, hak, adalet ve hürriyetten yoksun oluştan,3. dünya
ülkesi olmaktan kurtulamamaktadır. Problem, Kur’an’ın aydınlığının bitmesinden
değil; insanların bu aydınlığı, kendi mağaralarında beklemelerinden
kaynaklanmaktadır. Yarasalaşmış zihniyetleri, bu aydınlıktan faydalanabilmenin
önündeki en büyük engeldi. Kur’an’ın 21. asra söyleyeceklerini anlayabilmek
için, onu kendi algılarımızla değil, onun oluşturacağı algılarla ve ona teslim
olarak okumak şarttır. Asrın idrakini değiştirmek için gelen Kur’an’ın, asrın
idrakini sarsacak sinir uçları koparılmadan okunmalıdır. İki milyar İslam
âleminin Batı karşısında ezilmiş, köleleştirilmiş, taklitçi, benliğini
yitirmiş, kompleksli tavrı Rabbin terbiyesi ile terbiyelenilmediği müddetçe, bu
durum devam edecektir. Bunun bir sonucu olarak; “Nereye gidiyorsunuz” sorusunu kendine soramayan Müslümanların, bu soruyu diğerlerine sorarak,
Rab adına insanları yargılayıp, infaz etmeleri de başka bir zulmü doğurmuştur.
Tarihi değiştirmek için, önce ‘kendi nefsini değiştirmesi’
sünnetullahının gözardı edilmesi, Müslümanların önündeki en büyük problem
olarak durmaktadır. ’Tarih üretemeyen bir toplumda, Müslümanlar tarihin objesi
değil, nesnesi olmaya mahkûmdur.’ (TEKVİR SURESİ - VELİ KURT)
Yorumlar
Yorum Gönder