Zalimin iktidarı payidar olmaz…
Zalimin iktidarı payidar olmaz…
Hz. İbrahim, oğlu İsmail’le atmıştı
temellerini Mekke’nin. Kâbe’nin temelleri ile birlikte İbrahim’in duası da
yükseliyordu Rabbine: “Rabbim! Bu
şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.
Ey Rabbimiz! Soyumdan bazılarını ekilebilir toprağı olmayan bir vadiye, senin
kutsal evinin yakınına yerleştirdim”. (İbrahim 14/35, 37). Çölün ve
volkanik dağların arasında küçük, prestijli ve İbrahim’in kabul edilmiş
duasıydı Mekke. Ataları İbrahim ve oğlu İsmail’in mirası Kâbe, tüm bölgede
saygınlık kazandırmıştı onlara. Eşkıyaların kol gezdiği çöllerde, ayrıcalık
kazandırıyordu Kâbe’nin çocukları olmak, Mekkeli tüccarlara. “Kureyş’e, kış ve yaz yolculuklarında imkânı
sağlandığı için, Beyt'in Rabbine kulluk etsinler. Ki onları açlıktan doyurdu ve
korkudan emin kıldı.” (Kureyş:1-4) Zaman içerisinde İbrahim’in dini
bozulmuş, içi boşaltılıp, putperestliğe dönüştürülmüş, Putkıran İbrahim’in
mabedi ise, Arap yarımadasında ki, bütün kabilelerin putları ile doldurulmuştu.
Her yıl Kâbe’yi ve putları ziyaret etmek için gelen Araplar, Mekkelilerin en
büyük geçim kaynağı olmuştu. Bu işten asıl nemalananlar ise, her dönemde olduğu
gibi kutsaldan, para, siyaset ve güç devşiren tapınak fırsatçılarıydı.
Kutsaldan, güç ve para kazanmak, tüm zamanların en kolay ve en karlı işiydi.
Ebu Leheb’de, bu fırsatı ranta çevirmesini bilen,7-8 fırsatçıdan biriydi.
Mekke’nin soylu kabilesi Kureyş’in, karizmatik ve güçlü lideri Abülmuttalib’in
oğlu olması onu daha da güçlü yapmıştı. Son demlerini yaşayan babasının ölümü
ile Mekke’nin lideri olması da an meselesiydi, ama beklenen olmamıştı. Tüm
beklentisinin tersine babası ne liderliği ne de torunu yetim Muhammed’in
bakımını kendine bırakmamış, fakir bile sayılabilecek durumda olan Ebu Talib’e
bırakmıştı her şeyi. Kâbe’den çalınan kutsal emanetlerin hırsız zanlılarının
arasında isminin geçmesi babasının ona niçin bırakmadığını anlatıyordu aslında.
Mekke, ilahlarını reddeden, baba ile
oğlun, köle ile efendinin arasını ayıran, yapılan tüm fiillerin kıyamette
hesabının verileceğini söyleyen birinin dedikodusuyla çalkalanıyordu. Bu
sözlerin sahibi, yeğeni Muhammed’di. Önce ciddiye almamış, kulak asmamıştı bu
söylentilere. Ta ki, Ebu Talib’in oğlu Ali’nin Hz. Muhammed’in vereceği
ziyafete kendisini davetiyle anlamıştı işin vahametini. Şöyle diyordu yeğeni: “Vallahi,
ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam(!), yine size karşı yalan söylemem!
Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi aldatmam! Bilin ki, Allah'tan başka ilâh
yoktur; Sizi eşi ve ortağı olmayan Allah'a imana davet ediyorum. Ben de, O'nun,
size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi, siz, uykuya
daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün
yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik,
kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Duyduklarına inanamamış ve çılgınca bağırmaya başlamıştı: “Bunlar senin amcaların ve amcalarının
oğullarıdır. Atalarına muhalefet etmekten vazgeç. Şunu iyi bil ki kavminin,
senin yüzünden tüm Arapları karşısına alacak bir gücü yok. Aslında Kureyş
kabileleri ve diğer Araplar sana saldırmadan önce akrabalarının seni yakalayıp
hapsetmeleri gerekir. Tüm Araplara karşı gelmektense bu çok daha uygun olur. Ey
kardeşimin oğlu! Kabilesinin, amcalarının başına senin getirdiğinden daha büyük
bir felaket ve musibet getiren bir kimse daha görmedim”.
Yine bir gün, Safa Tepesi’ne doğru akın
akın giden insanları gördü, takıldı arkalarına. Tepenin üstündeki konuşmacı
yeğeniydi ve şöyle diyordu: Ey Kureyş
topluluğu! Size bu dağın ardında düşman atlıları var ve üzerinize hücum
edeceklerini söylesem, bana inanır mısınız? "Evet," dediler,
"biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü şimdiye kadar sende
doğruluktan başka bir şey görmedik. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem:"Öyle
ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim. Yüce Allah,
bana, `En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut` emrini verdi. Sizi
`Allah’tan başka İlâh yok` demeye davet ediyorum."Ben de Onun kulu ve
resulüyüm. Eğer, dediklerimi kabul ederseniz, Cennete gideceğinizi taahhüd
edebilirim. Mekke sallanıyordu âdeta ve herkesi etkisine almıştı
konuşmacı, bu etki bozulmalıydı. Yerden aldığı bir taşı fırlatıp:“Helâk olasıca, bizi bunun için mi çağırdın?”
diyerek ortalığı birbirine katmıştı ama içi rahat değildi, bu ses karşılığını
bulmadan susturulmalıydı.
Hz Muhammed’in çağrısı karşılığını
bulmuş, dalga dalga yayılıyordu. Yeğeninin söylemleri, Mekke’de kurdukları;
tefeci, zorba ve ahlaksız sistemi kökünden sarsıyordu. Buna engel olmalıydı ya
da bunu fırsata çevirmeliydi, ama nasıl? Bu düşünceler içinde bocalarken,
kafasında yeni bir düşünce oluşmaya başlamıştı;‘Yeğeninin yanında olmak.’ Kendisinin ekonomik ve siyasi gücü ile
yeğeninin yeni dininin gücü birleştirirlerse kim durabilirdi karşılarında.
Para, iktidar ve din üçlüsü tarihin her döneminde en büyük güçtü. Yeğenini ikna
edip bu şeytan üçgenini oluşturmalı ve tehlikeyi avantaja dönüştürmeliydi. “İnanırsam bana ne var” sorusunun
arka planında, bu şeytani plan vardı. Ama Allah Rasulü: “Müslümanlara ne varsa, sana da o var”
demişti. Kendisine bir ayrıcalığın tanınmaması ve iktidarına ve servetine
‘eyvallah’ edilmemesi onun bütün hesaplarını alt üst etmişti. Çünkü bu din,
zulümle iktidarın payidar olmayacağını ilan etmeye ve mazlumların gür sesi
olmaya gelmişti. “Biz
ezilenleri yeryüzünde
iktidar kılmak istiyoruz” (Kasas:5)
Hz. Peygamber, panayırlara gelen yabancılara
dinini anlatmak için çadır çadır dolaşırken O, Mekke’den dışarı çıkmaması için
bu dinin, çıktığı her çadıra girip, ‘kusura
bakmayın, yeğenim mecnundur ne dediğini bilmiyor, diyerek kırmaya
çalışıyordu etkisini.” Odun hamalı olarak, boynunda
hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısa da o ateşe girecek.'' Yaptığı bütün bu zulüm ve ahlaksızlıklarda
en büyük destekçisi, Ebu Süfyan’ın da kardeşi olan karısı Ümmü Cemile’di. Her
gün topladığı taşları ve dikenleri atıyordu, Muhammed’in evinin önüne. Ama
bilmiyordu ki, boynunda taşıdığı odun kendini yakacak ateşin odunlarıydı. Çünkü
öbür dünyaya ateş bu dünyadan götürülürdü. Sınır tanımıyordu karı-koca
düşmanlıklarında ve nefretlerinde. Araplarda akraba bağlılığı her şeyden
üstün tutulan sosyal bir güvence olmasına rağmen, Dar’un Nedve’de yeğeni için
ölüm kararı alınırken destek vermişti. Ekonomik ambargo uyguladıkları dönemde,
ticaret için gelen kervanlara, Müslümanların alış verişlerini engellemek için,
“onlara pahalı söyleyin alamasınlar, zararlarınızı ben tazmin edeceğim”
diyordu. Bir amcanın sınır tanımayan nefret ve kiniydi belki de, Kur’an da ismi
geçerek lanetlenen tek kişi olmasının sebebi.
Onlar, Muhammed’in, toplumsal birlik ve
beraberliği bozduğunu iddia ediyorlardı. Bozulduğunu iddia ettikleri birlik ve
beraberlik Mekkeli kodamanların kurdukları sömürü düzeniydi. Oysa onların asıl
derdi, yeni dinin; fuhuştan, tefecilikten, kölelerin sırtından, Kâbe’nin
kutsaliyetinden , kazanç elde etme dönemlerinin bitiriyor olmasıydı. Sahibi ve
icracısı oldukları zorba sistemi ayakta tutan, ona meşruiyet ve imkânlar
sağlayan inanç sisteminin ortadan kaldırılıp, yerine özgürlük ve adalet
temelleri üzerine yükselecek yeni bir din ikame edilmesi, Mekkeli
müstekbirlerin işine gelmiyordu. Bundan dolayı, şöyle diyordu yeğenine : ‘Senin dinine inanırsak, Mekke’de aç kalırız.”
Mal, mülk, iktidar onu o kadar hayata bağlamıştı ki, onu mücadelesinde bile
kaypaklaştırmıştı. Bedir Savaşı’na gitmeye cesaret edememiş, alacağına mahsuben
As bin. Hişam’ı göndermişti.
Kuran ayetleri ve kıssalar yorumlanırken
onu indiği döneme hapsetmeden içinde yaşanan zamana ve muhatabı olan topluma
mesajını iyi anlaşılmalı. Böyle okunmayan kitap, ölü bir metne dönüşür. Bir
ayağımız metnini indiği döneme, bir ayağımız da yaşadığımız döneme basmalı ki,
asrın idrakine sözü olsun, Kur’anın. Vahiy güncellenmeden okunduğunda, ya
insanı geriye ya da inkâra ve redde götürür. Din ise tapınak dini haline
dönüşür. Kur’anın evrenselliği onun zamanın diliyle okunmasıyla mümkündür.
Rahmet dini olan İslam’ın, lanet dili ile Ebu Leheb’i gündeme getirmesi, onun
şahıyla değil zihniyeti ilgili bir problemleri deşifre etmesindendir. Ebu
Leheb’in; ahlaksız, karaktersiz, hırsız, zalim, tefeci, din bezirgânı, kindar,
pragmatist, egoist, kapitalist, materyalist, imanını pazarlık konusu yapabilen
bir kişilik olarak, Kuran’da zikredilmiş ve lanetlenmiş olması kişisel değil,
bir ahlaki problem olarak okunmalı ve bu lanetli davranış biçimlerine
karşı dikkatli olunmalıdır. Böyle okunmadığı sürece, Ebu Lehep’te
müşahhaslaştırılan davranış biçimlerini sergileyen günümüz Ebu Leheblerine,
söyleyecek sözümüz de olmayacaktır. Bunun için Ebu Leheb’i bir tarihi şahsiyet
olarak değil, çağımızdaki onun taklitlerini görerek-görmek için- okunmalı ki,
evrensel direniş noktaları oluşturabilmeli günümüz zalimlerine. Kur’an, bu
zalimlerin, psikolojilerini, ahlaksızlıklarını, İslam’la olan mücadele
stratejilerini, Ebu Leheb prototipi üzerinden çağlara tanıtmıştı.
Müslümanların, yüzlerce senedir Ebu Leheb’e, sabah-akşam okudukları lanet
sadece ona değil, aynı zihniyeti taşıyan tüm Ebu Leheblereydi. Ebu Lehebler
hayatın her aşamasında karşımıza çıkacağı için, Ebu Leheb ve onun zihin yapısı
iyi tanınmalıydı. Çünkü bunlar bazen yakın akraba, bazen sistemin kendisi,
bazen küresel güçler, bazen medya ve bazen de nefsanî arzularımız olarak çıkar
karşımıza. Ama hepsinin ortak noktası, tevhidin içimizde ve toplumda meydana
getireceği devrimin önüne geçmek olduğu unutulmamalı. Günümüz Ebu Leheblerinin,
tarihsel olanı kadar şedid olmamasının ise, günümüzdekilerin daha insani
oluşuyla değil, bizim onların pazarlıkları karşısında, peygamberi tavrımızın
olmayışıyla alakalı olduğu da unutulmamalı.
Ebu Leheb ve onun mücadele stratejilerini
iyi tanımak, tebliğ ve davet metodumuzda bize büyük ivme kazandıracaktır. Çünkü
tebliğin her döneminde zaman, mekân ve kişiler değişse de Ebu Leheblerin
mücadele sebepleri ve şekilleri değişmeyecekti. Bu güçlerin niçin çıktığı,
zihinlerinin nasıl çalıştığı, mücadele taktikleri ve onlarla nasıl mücadele
edileceği iyi bilinmeliydi. Vahiy ve Peygamberlerin tevhid mücadeleleri bu
kişileri ve stratejilerini öğretir bize. Bu mantıkla okunacak İslam Tarihi,
müşrik cephenin odağında yer alan şu üç kişinin mücadele biçim ve tavrı, İslami
mücadelede önemli tecrübe kazandıracaktır. Çünkü bunlar, müşrik zihniyetin
kodlarını ve mücadele taktiklerini üzerinde taşıyan sembol isimlerdi. Ebu
Cehil: İslam’ın ilk gününden ölümüne dek düşman tavrını gösteren, hiçbir
uzlaşmaya girmeyen, net tavırlı bir müşrik olarak çıkar karşımıza. Onun için
Allah Resulü: “İki Ömer’den biriyle güçlendir İslam” diye dua ediyordu. Ebu Leheb: Pazarlıkçı imanın örneğiydi. Dini
ticarete tahvil etmeye çalışan, çıkarı için bütün kutsalını reddedebilecek bir
kişilikti. Onun ekonomik ve siyasi gücünden yararlanmak için verilecek her
taviz dinin yozlaşması ve amacından sapması demekti. Ebu Süfyan: Para,
güç ve iktidardan başka kutsalı olmayan, elindeki bu gücü koruyabilmek adına
Müslüman bile olmayı göze alan bir kişilikti. Önce en büyük İslam düşmanı iken
ortamı koklayıp kaçacak yer kalmayınca Müslüman olmuştu, ama hala kendi
hesabları vardı. Emevilerin söyleye geldikleri şu söz onun zihinsel hesaplarını
öğrenmek açısından çok önemliydi: ‘Hâşim
oğulları ile daima rakip olageldik. Onlar misafirperverlik yaptıysa biz de
yaptık. Onlar kan akıttıysa biz de akıttık. Onlar ikramda bulunduysa, biz daha
fazla ikramda bulunduk. Onlarla her bakımdan aynı seviyeye gelip eşitlik
sağlayınca, Hâşim oğulları üstünlük sağlamak için Peygamberlik iddiasında
bulunmaya başladılar.’ Bu zihin yapısıyla yetişen Ebu Süfyan’ın
çocukları ve torunları dedesinin intikamını, babasının hayallerini
gerçekleştirecekti.
“Malı
da ona hiçbir fayda sağlamadı” Ölüsünün defnedilmesi bile, parayla
tutulmuş 3-5 Habeşli köleye kalması, yaşanan trajedinin açık bir göstergesiydi.
“Eli kurusun, kurudu da” (Leheb:2) Kuruyan
el, onun malı mülkü, iktidarıydı. O çok sevdiği ve gücüne inandığı malı hiçbir
fayda sağlamamıştı, rezil bir şekilde ölümüne. “Ateşe yaslanacak onlar.”(Leheb:3) Müslümanlar, zalimlerin
güçleri karşısında değil yalnızca Allah’ın önünde eğilmeleri gerektiğini ve
İslami mücadelenin yöntem ve tavrını yalnızca Allah ve Resulü’nün
belirleyeceğini unutmamalı ki, Ebu Leheb ve taraftarlarının yakmaya
çalıştıkları ateş, Müslümanların İbrahim’i duruşuyla serin olup, Ebu Leheblerin
ateşleri kendilerine dönsün. Şu da unutulmamalı ki, küçük hesaplar uğruna
yapılacak uzlaşmalar, verilecek tavizler mücadeleyi yozlaştırarak yakıp kül
edecektir... Çünkü o, ‘ateşin
babasıdır’.(VELİ KURT-LEHEB SURESİ)
Oktay Ünal
YanıtlaSilEmeklerine sağlık Veli kardeş, güzel yazmışsın, okurken adeta oralara gittim, ne güzel anlatmışsın.
Üç sembol ismi anlatırken, Ebu Leheb ve Ebu Süfyan arasındaki farkı anlayamadım, izah edersen sevinirim. Senin anlatımında sanki ikiside aynı özelliği taşıyor gibi geldi bana, eğer öyleyse üç sembol yerie iki sembol de denilebilir.
Selamlar.
Ebu Süfyan gücü elinden bırakmamak adına Müslüman olmayı göze alabilen ve işini orada sürdüren anlamında iki tipleme yaptım.bilemiyorum artık nasıl anlaşıldı.😊 Selam ile..
YanıtlaSil