Özgürleştiren kulluk…

                           
                              Özgürleştiren kulluk…

            
                   “Sırat-ı mustagim” duasına cevaptı kitab-ı mubin. Nas’la öğretiliyordu şerrin adresi, korunmanın yolları. Rabbin terbiyesiyle korunacak ve arınacaktı yeryüzünün halifesi, emanetin sahibi insan. Yeryüzünün istikrarı da, ifsadı da ona verilmişti çünkü. Verilen bu yetki ve sorumluluk, güç sarhoşu yapsa da çoğu zaman, bu sorumluluk yükseltecekti “eşrefi mahlûkata”. Hükmetmekle hükmedilmek arasındaki ince çizgiyi kaybedişiyle düşerdi isyan ve tuğyanın batağına. Oysa adresi kaybedeni bekleyen tehlikeydi, esfelesafilin/ büyük düşüş. Kontrolü kaybetmeye görsün insan. İşte o zaman; sefilleşir, yeryüzünün ve mahlûkatın geleceğini dizginlenemeyen hırsıyla alt üst eder, Rabb’in yasaları çiğneyerek emanete hıyanet ederdi. Oysa insan, Tanrı’dan kutsal ateşi çalmaya değil, yeryüzünde yaratanının halifesi olmaya gelmişti.
           Rabb, melik ve ilah kavramları; kâinatta, mikrodan makroya kuşatan bir güvenlik çemberiydi. Bireyden topluma doğru genişleyen; rabb, melik, ilah ilişkisi bozulmamalıydı ki, yeryüzünde kokuşma/ifsad yayılmasın, hakk/adalet ortadan kalkmasın. İnsanı ayartan, kendine esir eden; ruhsuzlaştırarak azgınlaştıran, hayal ve tutkularının esiri yaparak hayatını çölleştiren şeydi güç. Kontrolsüz gücün şerrinden ve şeytanın iğvasından ancak gücün ve aydınlığının sahibine sığınarak, hükümlerine boyun eğerek kurtulabilirdi insan. “İnsanların kalpleri şeytan tarafından kuşatılmamış olsaydı Allah’ın egemenliğini görürlerdi.”(H.Ş)
        Terbiye ile başlayacak yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkinin ilk temas ettiği yerdi kişinin hayat programı. Onun terbiye ediciliğine boyun eğerek atılır imana/özgürlüğe ilk adım. Bu teslim edilmiş irade belirler; kimi-niye seveceğini/nefret edeceğini, neyi-niye isteyeceğini/reddedeceğini. Çünkü iman; hayatın ve fiillerin yaratıcısına, hayatın kontrolünü vermek, işlerinde O’nun, ‘olurunu almak’, O’nun terbiyesine teslim olmak demekti.
          O’nun mülkünde yaşama mecburiyeti, mülkiyetle kurulacak ilişkinin kriterine uygun davranma sorumluluğunu da yükler insana. Kullanım hakkını, terbiye sınırlarının aşarak, dizginlenemeyen ihtirasıyla mülkü sahiplenme hadsizliğine dönüştürmesi, hem insanı, hem de yeryüzünü tehdit demekti. Mülkiyete tahakküm etme hırsıyla ceberrutlaşan insan, “Sineğin kendisinden götürdüğü şeyi bile almaya” yetmeyen gücüyle, “mülkü üç-beş müstekbirin elinde dolaştırması”, mazlumun sömürülmesine, yeryüzünün talanına sebep olacaktı her zaman. Rabbin terbiye sürecinden geçmeyen insanın mülkle ilgili problemleri, onu ya sahte ilahlığa sürükleyecek ya da başka ilahların kölesi yapacaktı. O’nun yaratıcılığını kabul edip, yarattıkları üzerindeki otoritesini kabul etmemek, ona ortaklar ihdas edip yaratanın yetkilerini sınırlandırmaya kalkışmak, O’nun otoritesini belli zaman ve mekâna tahsis ederek had çizme hadsizliğine girişmek, mahlûkata yapılabilecek en büyük zulüm olacaktı. Bireysel ve toplumsal hayatta sulh ve barış, kula kul olma zilletinden kurtularak; rabliği, melikliği ve ilahlığı yaratıcıya teslim etmekle mümkündü.
         Yabancısı değildi Mekkeli müşrikler; ilah, rabb ve melik kavramlarına. Onların itirazı bu kavramlara değil, günlük hayattaki işlevineydi. Tüm zamanların kronik problemi günümüz İslam anlayışının da problemiydi. Dini ritüelleri yerine getirenlerin sayısının artması toplumun dindarlaşma göstergesi değildi çoğu zaman. Bu ancak toplumdaki hak ve adalet duygusunun vicdanlardaki karşılığıyla ölçülebilirdi. Kulluğu hayatın bütününde algılamayıp birkaç dini ritüele indirgeyen anlayışlardı bu kavramların fonksiyonelliğini devre dışı bıraktıran. Yalnızca ibadetlerle ilgili ahkâmları değil, hayatın tüm alanlarına hükmeden/belirleyen/müdahil olan din anlayışıyla ulaşılırdı gerçek İslam’a. Dinin sadece tesbihat malzemesine dönüştüğü bir toplumda, Müslümanların cehaletin, vahşetin ve zulmün pençesinde inlemesi de kaçınılmaz bir sonuçtu. Bütün bu olumsuzluklar, insanın sahibini bulması (melik), davranışlarını sahibinin iradesine uygun olarak ayarlaması (ilah) ve O’nun iradesine teslimiyetle (rabb) boyun eğmesi ve aklını, yüreğini, vicdanını bu eğitime tabi tutmasıyla ortadan kaldıracaktı.
          “Sinsice kalplere vesvese ve kuşku veren”. Vesvas, Şeytanın insanı kandırabilme, saptırabilme, kulluktan koparabilme adına, şüphe, kuruntu, tereddüt ve aslı olmayan ihtimalleri insanın kalbine, (kelimenin etimolojisinden ki tekrar gibi) hissettirmeden, peş peşe, kötü düşünceleri sokması, şüphe tohumlarını ekmesi demekti. Vesvese, İblis’i Rabbinin karşısına çıkartan, itiraz ve isyan ettirerek cennetten indirilişine sebep olan imtihandı. İblis’i ağına düşüren, insanla kendini kıyaslayıp, onu Rabbin gözünden düşürme komploları kurarken kendi düşüşüne sebep olan hastalığın adıydı vesvese. Yine aynı hastalıktı düşüşün sebebini kendinde aramak yerine, başkalarında arayan İblis’i intikam batağına çekerek; "Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra (onların) önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın.” dedirten. Vesvese; şeytan ve dostlarının en etkin silahı, insan zaafları ise, vesvese tohumlarının ekilebileceği en münbit araziydi. Vesveseyle avlardı gâfil ve zihni boş insanı iblis. Önce vicdanlarda normalleştirirdi vesveselerini, sonra bunu isteğe, niyete ve iradeye dönüştürerek işlettirdi şer işlerini.
          “İnsanların göğüslerine vesvese veren cin ve insanların şerrinden (Allah’a sığınırım de.)”Görünmeyen varlık/şeytanın verdiği vesvese, şeytanlaşmış insanlar sayesinde dönüşürdü soyuttan somuta. İblisin isyan halkasına dâhil olduğunda onun gören gözü, konuşan dili olurdu. Bu işbirliğiyle uğratılırdı yeryüzü fesada. Bir yanda kıyamete kadar tuzaklar kurmakla izinli iblis, diğer tarafta şerefi, sefilliğe yeğleyerek iblisin oyununa gelerek, ona yoldaş olan insan. Şeytan ve dostları; erozyon misali yavaş yavaş, aşındırarak değerleri, normalleştirirler en iğrenç anormallikleri. Sağdan yanaşırlardı bazen din adına, dini hassasiyetleri kullanarak. Din diye sunarlardı bidatleri, hurafeleri, aslını bir türlü öğrenemediği bir yığın safsataları. Bazen de kendi teslimiyetini sorgulamak yerine başkalarının dindarlığını sorgulatır, kategorilere (mezhep, meşrep) ayırtır, iftira attırır, hatta katlettirirdi birbirini din adına. “Dikkat edin şeytan sizi Allah’la aldatmasın” (Fatr:5) İnsanı her şeyin ölçüsü göstererek, hümanizmin ağına düşürür, insani zaafları ölçüye dâhil ederek, kimin neye zaafı varsa ölçüyü oraya koydururdu. Sinsice, hayrına gibi, usanmadan, yılmadan, defalarca yanaşırdı farklı şekillerde. Kişisel ihtiyaçlar, toplumsal statü, lüks hayat, moda, hatta dini duyarlılıklar... Küçücük bir boşluk, beklenmedik bir an..
            Vesveseleriyle sokardı insanı kalkamayacağı yükler altına. Tüketemeyeceği mallar yığdırırdı, yeryüzünün emanet edilmiş kaynaklarını kurutma pahasına. Vahye emanet edilmeyen hayatın kontrolü, şeytan ve dostlarının eline geçmesiyle; adı özgürlük(!) olan sınırsızca tüketimle, sorumsuzca yaşamla, insanı sömürü düzenlerinin dişlilerinin arasında köleleştirerek, kendilerine kul ederlerdi. ‘Yaptıklarını insana süslü gösteren’ iblisin planını, yalnızca yaratıcısına boyun eğen bir irade bozabilirdi. Rab, melik ve ilah temelleri üzerinden yükselmeyen her yapı, adına ne denilirse denilsin, şeytanın fısıltısından başka bir şey değildi. “Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi pek zayıftır.”(Nisâ 76)        (NAS SURESİ -VELİ KURT)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..