Rabbe Sığınmaktır Özgürlük…

   







                                                                                                     Rabbe Sığınmaktır Özgürlük…
        Kulun, sınırlılığına rağmen kontrol edilemeyen ihtiyaçları, dizginlenemeyen hırsları, sığınma ve korunmayı her daim gerekli kılmış, bu sınırlılık ise; onun hem zaafı, hem de şansı olmuştu.
        Kulun, tanrı ile ilişkisi sığınma ve korunma ihtiyacıyla başlar. Tarih boyu dinsiz bir toplumun olmayışı, insanın bu fıtri yönüyle ilgiliydi, ama insanın her zaman sığındığı varlık konusunda doğru adresi bulduğu söylenemezdi.  Kulun, sınırlılığına rağmen kontrol edilemeyen ihtiyaçları, dizginlenemeyen hırsları, sığınma ve korunmayı her daim gerekli kılmış, bu sınırlılık ise; onun hem zaafı, hem de şansı olmuştu. Şansıydı; sığınma ihtiyacı buluşturuyordu kulu Rabbiyle. Ama aynı zamanda zaafıydı da. Çünkü insanın acziyeti ile ters orantılıydı istek ve arzuları. Hırsı ve sınırlılığı çoğu zaman tahakküm etme ve edilme riskini beraberinde getirmiş; korkuları, bitmek bilmeyen istek ve arzuları farklı otoritelere/tanrılara sığınma ve dua etme ihtiyacını gerekli kılmıştı. İnsan zaaflarıyla maluldü ve bu zaafları çoğu zaman onu; sahte güçlerin/tanrıların kucağına itmişti. Yalnızca varlığın yaratıcısı olan Rabbe boyun eğmeyi başarabilseydi; sadece adresi şaşırmayacak, korku, endişe ve hırslarının esaretinden kurtularak, özgürlüğüne kavuşacaktı. Ama insan, şerden kaçmak yerine, “hayrı ister gibi şerri istemiş”, şeytani dürtülerinin arkasında; “yaptıklarını süslü görerek”, rotasını Allah’ın gayrısındaki güç ve otoritelere çevirmiş, hayatı ve dünyayı zindan etmişti kendine ve çevresindekilere.

       Sığınmaydı, yaratıcı ile yaratılan arasındaki en önemli fark. Sığınılan varlığın; gücü, kudreti, sevgi ve merhametiydi sığınanın itaatini ve içtenliğini arttıran. Sığınılan varlık, kendi güç ve kudretini tahkim etme adına, kendine sığınanın güç ve kudretinden faydalanıyorsa, sığınılan varlık adına bir zafiyeti var demekti. Bu sebeple insan, sığınacağı varlığın adresini şaşırdığında, korunmak için sığındığı varlığı korumaya hatta tanrısının şerrinden korunmak için, başka tanrılar ihdas etmeye başlamıştı. Tarih, tanrılığa soyunan tağutlar ve yardakçılarının mazlum kitlelere yaptığı zulümlerle doluydu. Tüm sahte tanrılar ve aracıları/sahte veliler, hayatlarını sürdürebilmek için hizmetçilerinin, sömürülmeye müsait kullarının sırtında yükselmişlerdi. 

       Felak suresi, insanın tanrı ile ilgili tasavvurunu yeniden inşa ederek, ilişkiyi tevhidi bir zemine oturtmuş, Hıristiyan’ın göğe çekilerek insana karışmayan tanrısı, Yahudi’nin gazap yönü ağır basan Yahve’si, ya da taştan, tahtadan yontulan putlar yerine; her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan tevhid merkezli bir dinin temellerini atmıştı. Yeryüzünde O’ndan izinsiz yaprağın bile kıpırdayamayacağını zihinlere nakşederek; sadece O’na inanmayı ve güvenmeyi, yalnızca ondan istemeyi ve yalnızca ona kul olma bilincini inşa etmişti. Çünkü O, sahte ilahlar gibi korunan değil koruyan, alan değil verendi. O, gücü, kudreti ve merhametiyle mahlûkatın şerrinden emin olunabilecek yegâne sığınaktı.

       Sığınacağı adresi şaşıran insanın düşeceği yerdi, karanlık/zulümatın kucağı. Bu karanlıklarda üretilirdi korku ve endişeler.Üretilen korkulardan nemalanırdı karanlığın fırsatçıları ve düşürürdü insanları tuzaklarına.. Karanlıklardı; eşyanın konumunu, onunla kurulacak ilişki biçimini bozan ve varlığa yapılan zulmü meşrulaştıran. Kötülüğün normalleşip, iyiliğin anormalleştiği bir toplum yaratarak; birey, toplum, çevreyi tahrif ederdi zulümat. Böylece eşya ile kurulacak ilişkiyi düzenleyen hikmet, insanın elinden karanlığa kayıp gider ve şerr, kulun kendi elleriyle ürettiği, hikmetsiz davranışlar olarak insanlığa tahakküm etmeye başlardı. “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır.”(Rum:41)

      Güneşin, karanlığını yarıp yeryüzünü aydınlattığı gibi, fıtrata yerleştirilen iman tohumu; kabuğunu yararak, vahyin diriltici soluğuyla neşvü nema bulmuş, bir ümit filizlenmişti Mekke’de. Bu sese kulak vermeliydi ki insanlar; bilinmeyenin, tarif edilemeyenin, tanımlanamayanın oluşturduğu korkulardan nemalanan güçlerin esaretinden kurtulsun, gerçek özgürlüğe kavuşsun. Fıtri olana yönelebilsin ki, gece karanlığı gibi etrafı çepeçevre saran cehalet, hırs, haset, bağnazlık, tamahkârlık, tutkularının köleleştirici etkisinden kurtulsun.  Şerefli olarak yaratılıp, şerefi başka yerlerde aramadan, tercihini şerden yana değil, fıtratındaki güzellikten yana kullansın; karanlığı yaşam tarzına dönüştürmeden, eşyanın kölesi değil, efendisi olduğunun bilincine ulaşsın. Gece karanlığı misali; insanı ümitsizliğe gark eden, hakkı görmesini engelleyen perdeleri kaldırsın. Çünkü bu karanlıklarda büyür, dal budak salar şehvetin şerri, yobazlığın ve cehaletin cesareti. Bu karanlıklarda beslenir; atalar dinine bağlılık, geleneklere olan körü körüne teslimiyet. Ve artık insan; “hayır istiyormuşçasına şerri ister.”(İsra:11) 

      “Siz hiç akletmez misiniz?” sorusunun muhatabı olan insanı diğer varlıklardan üstün kılan, sorumluluk yükleyen en önemli melekeydi akletme. Bunun devre dışı kalmasına sebep olan üfürükçülük, falcılık, sihir, insan duygu ve düşüncesine ipotek koyma ise insana yapılabilecek en büyük zulümdü. Düğümlere üflemek, bir taraftan insanın içindeki şeytani arzu ve hevesleri tutuşturup, nefs ateşini harlandırırken, diğer taraftan insanın basiretini bağlayarak, gerçeklerin üstünü örterek bir illüzyon sarhoşluğu yaşatırdı. Bu illüzyon; sihir, büyü, fal gibi insanı aklıselimden uzaklaştıran şeyler olabileceği gibi; insanların zihnini ve algısın çelen, yönlendiren, manipüle ederek kontrol eden tüm mekanizmalar olabilirdi. Gören gözü, yazan eli, dinleyen kulağı ile sorumlu olan insanın, medya ve sanal âlem karşısındaki tanrısız, kontrolsüz ve hesabını verilmeyecek bir alandaymış vehmine kapılarak yaptıkları/yaptırıldıklarıyla pek de farklı değildi. Ve insan bunların esaretinden ve şerrinden sığınmalıydı Rabbine.

       Hasetle başlamıştı Âdemoğlunun İblisle savaşı. Ve aynı şeytani fısıltıların ardına düşerek akıtmıştı ilk kanı. Haset; iyinin ve iyiliğin önünde bir alan ve anlam daralması, taksimata itiraz, yaratana başkaldırıydı. Bu itirazdı kalpteki iman ateşini söndüren, insana varlık sebebi imtihanı unutturan, verilmeyenin peşine düşürerek, haset ateşi ile yakıp tüketen. “Haset, odunun ateş yaktığı gibi imanı/iyilikleri yer bitirir” (H.Ş.) Bu öyle bir ateşti ki, hem bu dünyasını yakardı insanın, hem de öbür dünyasını. Bu fitne; haset edileni değil, haset edeni yakardı daha çok. Şairin dediği gibi: “Az belâ sanma, efendi hasedi, Mahveder hâsidi kendi hasedi.”  Hasedin araladığı kapıdan girerdi, düşmanlık, çekememezlik, kibir gibi ahlaki hastalıklar. 


        İnsan; bastırılmış dürtülerden, kışkırtan cazibeden, kıskançlık ateşi ile yanıp tutuşan hasetçinin şerrinden Allah’a sığınarak başlamalıydı bu tür ahlaki hastalıkları tedavi etmeye ki, sağlıklı bir toplum inşa edilebilsin. Hasedin gıptaya dönüştüğü bir dünya temennisiyle…                                                                                                   (FELAK SURESİ -VELİ KURT)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..