TEVHİD SURESİ



                                                   "Tevhid"
            Tevhid, varlık âlemindeki her şeyi yaratıcı ile ilişkilendirip, irtibatını kurarak hayatı bu iradeye teslim etmektir. İnsanlığın iyi ve kötü algısındaki ortak vicdan, yaratılıştaki mükemmeliyeti göstermesinin yanında, bir irade tarafından tasarlandığını da ortaya koyar. İlk insandan itibaren, güç ve kudret sahibi bir yaratıcı inancının hep olagelmesi bunun sonucudur. İnsanın, bu yüce yaratıcı ile direkt ilişki yerine, ihdas ettiği tanrılar aracılığıyla ilişki kurması ise onun en büyük handikabı olmuştur. Tevhitle ilgili bu problemi, yaratıcı olarak Allah’ın varlığıyla ile ilgili olmaktan daha çok, Tanrının yarattıkları üzerindeki etki ve yetkisiyle ilgilidir. Dolayısıyla problemi yaratıcı olan tanrıya iman ya da inkâr da değil, tanrının yarattığı varlıkla kurduğu/kuracağı ilişkide aramak lazım. Çünkü insanın Rabbin otoritesine ortak olmaya kalkışmasıyla başlayan yetki ve hâkimiyet kurma mücadelesi ifsadın da başlangıç noktasıdır.“Ayrı ayrı birçok ilâhlar mı hayırlıdır, yoksa her şeye hâkim ve galip olan Allah mı?”(Yusuf:39)

             Tanrısal hâkimiyetin sınırı ve insan bilgisinin onu kapsayabilirliliği insanlığın en kadim problemi olmuştur. Sınırlı olan bir varlığın sınırsız olanı algılamaya çalışması onu sınırlaması demektir.  “Siz Allah’ın zatını bilemezsiniz, aklınıza ne gelirse gelsin Allah onun dışındadır; bu sebeple sizler zatını düşünmeyiniz, mahlûkatında tefekkür ederek onu tanımaya çalışınız.”(H.Ş) Bu sebeple insan tanrının zatına değil, sıfatlarının yansıdığı kâinata yoğunlaşmalı ki, haddini aşmayacak bir ilişki kurabilsin. Yaratıcı ile kurulacak ilişkinin şeklini ve çerçevesini tanrının belirlemediği bir ilişki, bireyi ve toplumu bunalıma sürükler. Rab kendini tanıtırken zatına değil, varlığa ve varlık üzerindeki yetkisine ve koymuş olduğu intizama dikkat çeker. Bu sınırı aşan, varlığı; yaratıcı ile kendi arasına sokan, ona ulaşmak adına farklı yollar icad eden sünnetullaha müdahale etmiş olur.
 
           “Allâh Samed’dir. Yekpare, içinde hiçbir damar bulunmayan mermer tabakası misali; etki ve yetkisindeki parçalanamazlığını ifade eder.. Onun yetki alanına kendi adına dahi girilemez, müdahale edilemez. Onun Samed oluşu, kendisine başvurulan, isteklerini yerine getirme gücüne sahip olan, kendisine danışılmadan karara varılamayan, her şey kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, eksilmeyen ve artmayan, ilk sebep ve son gaye, evrenin mutlak sahibi olan ama kendisine sahip olunamayan varlığı ifade eder. 

           “O doğurmamış ve doğdurulmamıştır.” İslam’ın tanrı inancı Yahudilikteki gibi insani zaafları olan, insan kılığına giren, insana gazap etmekten zevk alan bir tanrı değildir. O aynı zamanda Hıristiyan’ın teslis inancındaki gibi çocuğu olan, otoritesini paylaşan, göğe çekilerek insan karışmayan teslisin tanrısı da değildir. Hinduizm’in Krişna, Vişnu ve Brahma’sına, Eski Mısır’ın İsis, Osiris ve Horus üçlemesine, Zerdüştlüğün Ahura-Mazda ve Ehrimen’ine, Mekkelilerin tanrıların kızları dedikleri putlarına ise hiç benzemez.
 
Tevhid/teslimiyet merkezli bir hayat…

           Kur’an; tevhid, risâlet ve ahiret temeli üzerine kurulmuştur. . Bu sebeple, “İhlâs/tevhid suresi, Kur’anın üçte birine muadildir” demiştir Hz. Peygamber. Ama hatim odaklı din anlayışı icat edilince, “üç ihlas, bir fatihalı” hatim yapma kolaycılığının kurbanı olmuştur bu sure.

           Tevhid, Müslümanın her zaman ve zeminde, bütün hareket ve düşüncesinde Allah’ı merkeze koyarak, iradesini; O’nun iradesine teslim eden bir hayat tarzını tercih etme duruşudur. Bu duruşla kazanılır özgürlük. Yalnızca ona boyun eğmeyenin boyun eğeceği varlıklar özgürlük alanı tanımaz çünkü. Vahiy, varlığın sahibini hatırlatır ve mutlu olacağı bir hayat programı çizerek güvenlik çemberi oluşturur insana. İhtimal, belirsizlik ve şüpheler mutlak surette ortadan kaldırılarak sükunetin perdesi aralanır.. 

             İnsan kendine verilen fıtri bilgilerle yeni bilgilere ulaşır, geliştirir, tercihler yapar ve bu özellikleriyle diğer varlıklardan ayrılarak sorumluluklar yüklenir. Fıtratındaki tanrı bilgisini kesbi bilgiye dönüştürerek ona ulaşır, ilişki kurar, tercihlerini yapar. İnsanın bu ayrıcalığı onun aynı zamanda da zaafıdır. Bu zaaf ancak yaratanın sözüne uyarak kontrol altında alınır. Çünkü insan kendini tanrılaştırabilecek kadar zalim, kendi cinsinden birilerini tanrılaştırarak kadarda cahildir de. İnsan, Tanrının varlık üzerindeki yansımalarını okuyabildiği ölçüde varlıkla kurduğu ilişkinin hikmetini kavrar, huzur ve sükûna erer. Allah’ın varlık üzerindeki sıfatlarının ilk yansıdığı yer akıl/kalptir.. Ayna misali net bir yansıma için, pürüzsüz ve temiz bir yüzeyin önemi neyse, imanın kalbe yansıması içinde net ve pürüzsüz bir ilişkinin önemi odur. 
         
            İnsanlık tarihi tevhid ve şirkin mücadele tarihidir. Kâinatın prototipi olan insanın yüreğinde başlayan bu savaş bütün yeryüzünü kapsayan bir alana yayılır. Bu savaşta şeytanın fısıltılarına kulak verip, yaratıcı olan Allah’a sınırlar tahsis etmesi, bu güçlere hâkimiyet alanları açması onu tuğyana sürükler. Oysa Tanrı yalnızca ahiretin değil, tüm zaman ve mekânlarında sahibidir. Bu sebeple dünyaya ait meseleler ve çözümleri tanrının halifesi olan insanın sorumluluk alanıdır. Müslüman, tarihe determinist bir gözle bakmaz, tarihi yaratıcının onayıyla kendisi yazar. Kur’an ısrarla dünyanın insan vasıtasıyla ilahi adaletin tahakkuk edeceği bir alan olduğunu vurgular. Tevhid, Müslümanı tarihin miğferi olarak görür ve onu Rabbi adına adaletin tesisi için sorumlu kılar. 
Kadim dönemlerden, modern dönemlere, biçimde farklılıklar olsa da insanın eşyayı kullanma yerine onun kölesi olmayı tercih etmesi onu nesneleştirmiştir. Kabili mal uğruna kardeş katili yapan bu tutku, İnsanın nefsini tanrılaştırarak; Firavunlaşmasına, Nemrutlaşmasına sebep olmuştur. Her dönemde küfür liderlerinin ortak tavrı tanrının ontolojik varlığına değil hâkimiyet alanına itiraz etmişlerdir. İnsanlık tarihi süresince devam eden, tevhid ve şirk arasındaki mücadelede araçlar ve kişiler değişse de, amaç hep aynı kalmıştır.

             Yahudiliğin dünyevileşme uğruna dini tahrif etmesi, Hıristiyanlığın mistikleşerek kiliseye hapsolmasıyla başlayan süreçte, mahlûkatı günahkâr, dünyayı kötü ve zararlı görüp, tabiatı, maddeyi, şeytani bölge ilan etmesi onu dünyadan kopararak laisizmin kucağına itmiştir. Reform ve Rönesans süreciyle revizyona tabi tutulan Hıristiyanlık, tanrıyı göğe kaldırarak, insanı yeryüzünün hâkimi yapmıştır. Kapitalizm, insanın hırs ve dünyaya olan düşkünlüğünü keşfetmesiyle, cennet yeryüzüne indirilmiş, sermeyesi ölçüsünde insanın ayakları altına serilmiştir. Modernizmin elinde şekillenen insan, giderek dini değerlerden uzaklaşmış, seküler bir hayatın mahkûmu olmuştur. Orta çağda insandan zorla alınan özgürlük, modern dünyada gönüllü esarete dönüşmüştür.  Bu sürece uygun olarak güç sahiplerinin bu hızlı değişimi kendi lehlerinde kullanabilmesi için gerekli manipülasyonları yapacak, toplumu hazcılık, tüketim kültürü ve hümanizm putlarının kontrolüne vererek, eşyanın yeni konumuna göre zihnileri dizayn edecek yorumlara ihtiyaç vardı. Din, seküler mantıkla revizyona tabi tutularak, insanların istek ve arzularına uygun, yeri geldiğinde ruhi tatmin hizmetleri de sağlayan, her duruma uyarlanabilen, sistemlere meşruiyet kazandıran kuruma dönüştürüldü. Allah’ın varlığı tartışılmamıştı, fakat “Din bir vicdan işidir” denilerek, sosyal hayattan çıkarılmış, yeryüzünde sadece güçlülerin mutlu olacağı bir hayatın temelleri atılmıştı.
     
             İslam’da dini-seküler, kutsal-profan, kilise- devlet gibi dualism yoktur. İslam’da her şey tek olan ilahın hâkimiyetinde şekillenir. Tevhid konusunda uzlaşma ve müsamahaya yer vermeyen İslam, daha bir avuç iken; “Sizin dininiz size, benim dinim bana” diyerek dik durmayı öğretti. Allah tevhidi, “birden fazla efendiye kölelik yapan ile bir tek efendiye hizmet eden adamın kıyaslayarak, müminlerin bireysel ve toplumsal yaşamını tevhid ve adalet üzere şekillendirir. Allah’ı yaşamın içinden alıp göklere taşıyan bir anlayışın temelinde adalet değil, pragmatizm ve zulüm vardır. Artık orada niteliğin değil, niceliğin hâkimiyeti söz konusudur. 
       
             Müslüman, yaşadığı çağı vahyin penceresinden bakarak değerlendirir. Hayatı, yaratan Rabb’in adıyla okuyup kendini ona koşulsuz teslim eden bir anlayışla yaşamına yön verir. Tevhidi bakışa sahip olmayan, hayata parçacı yaklaşan, onun bak dediği yerden bakamayanlar, ağaçlardan dolayı ormanı görememe durumuyla karşı karşıya kalır. Tevhid, hayatı bir bütün olarak gören, tek olanın yarattığı düzen, koyduğu yasa ve vereceği hesap etrafında şekillenen bir inancıdır. Tevhid eksenli bir akıl kâinattaki bu tevhidi işleyişi görür ve ona boyun eğer. Ne zaman ki zihin parçacı bir yaklaşımla; bütünü parçalar, her şey bağımsız görür, tevhidi kaybederse o zaman ahengi bozar, yaratıcıya isyan etmeye, bireyselleşerek, hesap vermez bir hoyratlıkla, düzenin koruyanı değil, bozanı olur. Bu sorumluluk/imtihan sürecinde, halifesi olduğu rabbinin çizdiği sınırlara riayet ettiği sürece sorumluluk soruna dönüşmez.  Bu sebeple mücadele sürecinin uzun ya da kısalığına değil, tevhidi bir düzlemde olup olmadığına bakılmalıdır.  (VELİ KURT -İHLAS SURESİ)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..