PAZARLIKSIZ İMAN..
PAZARLIKSIZ İMAN...
Mekkeliler önce ciddiye almamışlardı Hz. Muhammed’i ve söylediklerini.
Bir idealizmdi, hevesti, belki de meşhur olmaktı derdi ve bitecekti bir gün.
Ama olmadı; bitmek ne ki, dalga dalga yayılıyordu davası. Dur demenin vaktiydi.
Ama nasıl olacaktı bu iş? Önce kendi anladıkları dili deneyeceklerdi, “Satın
almak.” Tüccardı kendileri ve hayat felsefelerinde her şeyin bir ederi vardı ve
paranın, iktidarın, gücün ve şöhretin açamayacağı kapı yoktu. Ama olmadı. Yaptıkları,
“Mekke’nin en zengini olma, en güzel kızlarını verme ve Mekke’nin lideri yapma”
teklifini, ”Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz dönmem davamdan”
diyerek elinin tersi ile itivermişti. Bu, onun kişisel bir davası değildi,
mücadelenin sahibi belirlerdi mücadelenin seyrini de. Şaşkındı Mekke’nin zengin
aristokratları. Kim oluyordu, kime güveniyordu, Mekke’nin yetim Muhammedi, kimsenin
hayalini bile kuramayacağı teklife bu cevabı verirken.. Sarsılmışlardı ama pes
etmemişlerdi, gürültüsüz patırtısız halletmek istiyorlardı işi.
Tüccardılar ve piyasa sevmezdi riski. Ve bir gün Kâbe’yi tavaf ederken
Hz Peygamber, Velid bin Muğire ve arkadaşları usulca yaklaşarak; “Gel
sen bizim tanrılarımıza bir yıl ibadet et, biz de senin tanrına bir yıl ibadet
edelim” teklifinde bulunmuşlardı. Sanıyorlardı ki, kendileri gibi o da
satardı inancını ve tanrısını.. Ama onun tanrısı helvadan değildi ki, acıkınca
yesin. Ve bu teklife Rabbi şöyle diyecekti: “De ki: Sizin dininiz size, benim dinim bana.”
Yapılan teklif tüccar bir zihnin ürettiği müthiş bir kumpastı. Bu teklif, Hz.
Muhammed’in tüm argümanlarının elinden alınarak, kendi potalarında eritilmesi
girişimiydi. Şirk ehli yine şirkine devam edecek; ama bu arada tevhidi şirke
bulaştırılacaktı. Ama tutmadı, ‘gel liderimiz ol’ dedikleri insana, mecnun
demenin vakti gelmişti artık. Küfür böyle bir şeydi, bir gün vezir yaptığını
yarın rezil edebilecek kadar; kıblesiz, kişiliksiz, karaktersiz ve alçaktı.
Pazarlıktan ümidini kesmiş Mekke aristokratları, mücadelenin yönünü şiddete
döndürerek yeni bir dönemin kapısını aralıyorlardı.
İmanın pazarlığı olur mu?
Teklifin yapıldığı zaman göz önüne alındığında verilen cevap daha da büyük
anlam kazanıyordu. Bir avuç Müslüman ve hayali dahi edilemeyen büyük teklifler.
İktidar ve güç veriliyordu kucağına, neye karşılık? İnancına, ilkesine,
davasına bedel olarak… Bunun kabulü belki iktidar yapardı kişiyi; fakat
muktedirliğini, değerini ve saygınlığını bitirirdi. Seni sen yapan ilkeler,
iktidar uğruna verilirse sen kalır mıydın ortada, ya da o zaman, sen kim
olurdun? Dimdik durabilmekti iman, pazarlığa tabi olmadan. Bu ise, “ yalnızca
sana kulluk ederiz ve yalnızca senden yardım bekleriz” sözünü; “ka’l
ile” değil, “hal ile” söyleyebilenlerin işiydi. “Eğer iman sahipleri
iseniz Allah’a güvenin” (Maide-23) Yalnızca ona
güvenen ve onun rızası için mücadele eden için, basit ve anlamsız tekliflerdi
va’dedilenler; fakat dinin üzerinden rant elde etmek isteyenler için
kaçırılmayacak fırsattı. Ve taktik hazırdı her zaman; önce kabul et, sonra
kılıfını uydur. Oysa vahiy, “Sizin dininiz size, benim dinim bana”
diyerek, tevhid mücadelesinin nasıllığını ve niceliğini öğretiyordu inananlara.
Peygamberle yapılan teklif arasına yıkılmaz duvarlar örerken, verilecek küçük
bir tavizin bile, tevhidi çizgiyi zedeleyeceği vurgulanıyordu kalın çizgilerle…
İslam’ın ortaya koyduğu değerlere
ve kurallara boyun eğmeyen, hareketi bastırmaya, engellemeye çalışan inkârcı
anlayışların karakteristik özelliğiydi; “işine gelmeyeni, aklının almadığının
üzerini örtmek/küfr ya da gizlemek.” Hakkı gizlemenin ve engellemenin binlerce
yolu vardı: Bazen satın alarak, yozlaştırıp içini boşaltarak; bazen de
karşısına geçip onunla vuruşarak. Hakla batıl arasındaki bu ezeli mücadelenin
en tehlikelisi birinci şıktı. Bunun için kritik ve önemli bir duruşu
emrediyordu; “Ben sizin taptıklarınıza asla tapmam” uyarısı. Bu
hakla batılın sentezlenemezliğinin ve meyletmenin bile insanı sorumlu yapacağının
uyarısıydı. Bu uyarı, her ne şartlarda olunursa olunsun tevhidi ilkelerden
taviz verilemeyeceğinin, mücadelenin seyrini ve şeklini Allah’ın
belirleyeceğinin vurgusuydu.
İman, “ dinimin bana yüklediği
tüm sorumlulukları kabul eder, Allah’ın sevgi ve rızasını her şeyin üzerinde
tutar ve sadece ona boyun eğerim” demektir. İbadet ise, kulun yaratıcısıyla
olan ilişkisinde, onun iradesine boyun eğerek ürettiği her türlü çaba ve
gayretin toplamıdır. Yapılan fiillerde sadece onun “olurunu” alarak, hayata müdahale
eden bütün güçlerin tahakkümden kurtulma çabasıdır yani. Dolayısıyla ibadet,
sadece namaz, oruç, hac, zekât değil, hayatın bütün alanlarını, kulluk bilinci
ve hesap verme duyarlılığı ile yaşamak ve bunun kavgasını verebilmekti. “Benim
namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır.”
(En’am:162)
Bu ilişki, efendi-köle ilişkisine değil, âşık-maşuk ilişkisine benzerdi
ve kulun kula itaati ile Rabbine itaati arasındaki yegâne fark da buydu. Rab,
insanı sömürmez, onun sırtından güç ve iktidar devşirmezdi, ama kul; emri
altına aldığı her şeyi sömürür, posasını çıkarır, kendine kul ederdi. Yalnız
O’na itaatle kırılırdı ayaklara vurulan prangalar. Lakin insan cahildi,
aceleciydi, zalimdi, yığmayı ve yağmayı severdi. Açgözlülüğüydü kutsalını
pazarlık konusu yaptıran, çizgisini kaybettiren. Yeni tanrılar ve kurallar/din
icat eder, pazarlıklar yapardı iktidarını ve haksızca elde ettiği mülkünü
korumak için. Oysa bir elin parmakları kadar inanmış insanla Mekke’nin zalim
egemenlerine kafa tutan, ufacık bir şehir devleti iken dönemin süper güçlerine
mektup gönderen düşüncenin dinamizmi, teslimiyetin saf ve berraklığında
gizliydi.
“De ki: Ey kâfirler. Sizin diniz size
benim dinim bana””Bu hitabı
üzerine almalı ki Müslüman, işin başında mücadele ahlakını ve stratejisini,
teslimiyetini ve isyan ahlakını Rabbinden öğrensin. Kim adına ve nasıl
yapılacağı Rabbimiz tarafından belirlenen bu kutlu mücadele, Makyavelist bir
çizgiye ya da örgüt/çete mantığına dönüşmesin. Bir avuç kendine inananla,
sunulan cazip tekliflere; “Ey kâfirler! Sizin diniz size benim dinim bana”
duruşu, teslimiyet, samimiyet ve güvenle alakalıdır. “Anlattıklarıma
inanmıyorsanız istediğiniz kutsala istediğiniz gibi kulluk edebilirsiniz, sizin
şirke dayalı dininizle benim dinim arasında asla ortak bir nokta yoktur”
duruşu, müşriklerin umudunu kırarken, inanmış kalplere huzur ve itminan veren
muhteşem tavırdı. Dünya nüfusunun üçte birine sahip olan Müslümanların,
kâfirler karşısındaki acziyeti, izzetli bir tavrının olmayışı bu duruşu
kaybedişinden değil miydi? Kardeşine karşı kâfirle iş tutabilen mücadelenin
adına İslam denilebilir miydi?
İslami mücadele sonuç odaklı bir
mücadele olmadığından, az zamanda çok iş yapma aceleciliği ve, pragmatist
ilişkiler Müslümana çizgisini kaybettirir. “Hayır, bildiğinizde şer, şer
bildiğinizde hayır vardır” ilkesi, bize sonuç odaklı değil, rıza-i bari
odaklı bir mücadeleyi öğretiyordu. Yunus kıssasında vurgulanan; “Tebliğini
yap sonucu bana bırak” ilkesi de, Hz İbrahim gibi “O tek başına bir ümmet” duruşu
da, verilecek mücadelenin yol işaretleridir. Oysa onun adına hesaplar yapmak,
kararlar vermek, başarıyı birilerine endekslemek en azından O’na güvenmemek ve
teslimiyeti lekelemektir.
Sonuç olarak, İslami mücadele;
tanımlanmayan, belirsiz, ikircikli, hesabı verilemeyen ya da bilinemeyen
ilişkilerin, ”vardır bir bildiği” gibi yuvarlak lafların, kendinden olmayanın
tekfir eden, hesap vermeyen ve sorgulanamayan ilişkilerin olduğu bir mücadele
değildir. Kâfirle Müslüman arasındaki fark, hem imani hem ahlaki duruşla belirlenir.
“Ey kâfirler! Sizin dininiz size benim dinim bana” demek: “Hayat,
Allah’ın kitabıyla şekillenmediği müddetçe, din görüntüsü altında, cahili
geleneklerin ve diğer dinlerin tasallutuna maruz kalarak, dini anlayışı
yozlaştırır” ilkesinin altını çizmektir. Oysa teslimiyet, sayı ve güce
tapınmadan, tüm komplekslerden sıyrılarak, dini yalnızca O’na hasretmekle elde
edilir.
(KAFİRUN SURESİ. Veli KURT)
Yorumlar
Yorum Gönder