“Fecr-i sadık”ı beklerken…
“Fecr-i sadık”ı
beklerken…
On güne, yaratana ve yaratılana, akıp
giden geceye andolsun ki, bu kıssalar; karanlığın en kesif zamanlarında bir
fecr aydınlığıyla umut olacaktı hayatlara. Küfür ve cehalet gecelerinin, iman
aydınlığıyla yaşayacağı inkılâba; zaman ve mekân şahid olurken, aklı ve vicdanı
olan da şahit olacaktı.
Tarih, Allah’ın kulları için çizdiği
çizginin dışına taşan/tuğyan eden insanların ibretlik öyküleriyle doluydu.
Kuran, onların kıssalarını anlatırken, tarihi bir metin perspektifinden değil,
tevhid eksenli bir inanç ve ahlak merkezli bir duyarlılık oluşturma amaçlı
anlatıyordu. Kıssalar uyutmak için değil, uyandırmak içindi.
Hadramevt yani, ölü yeşil. Öyle bir
uygarlık kurmuşlardı ki çölün bittiği yerde, uzaktan görenlerin binalarını
sütun zannedecekleri yapılarıyla, bağ ve bahçeleriyle, adeta cenneti
indirmişlerdi yeryüzüne. Ad kıssasının Kur’an’daki tüm versiyonları gibi burada
da şöyle diyordu Rabbimiz sanki “Cenneti dünyada arayanların akıbeti nasıl
olurmuş bir bakın! Şımaran, refah içinde yüzerken haddi aşan, açtığım krediyi
isyanda kullanan, hesap vermeyecekmiş gibi yaşayan, verileni semirip,
sömürenler dikkat edin, akıbetiniz böyle olur”. Ad’dan arda kalanlar kuzeye
göçmüşler, Hicr denilen bölgede bir uygarlık inşa etmişlerdi: Semut. Atalarının
helakinden ders aldıklarını sanarak güya; uygarlıklarını çöle değil, kayalara
kurmuşlardı. Sorunu kendilerinde aramak yerine malzeme de aramışlardı. Oysa
sorun insandaydı, Yaratıcı ve yaratılanla kurdukları ilişkideydi. Yaptıkları
binaların zemini kaya idi ama mantıklarını oturttukları zemin çürüktü. Bir
sayha… Korkunç bir titreme ve sarsıntı; acı son... Ve yüz binlerce kölenin kan
ve gözyaşlarıyla yükselen Firavunun ehramları. Şimdi baykuşlar ötüyor
üstlerinde; zulüm üzerine kurulan ve devamı için yine zulme sığınılan
düzenlerin örümcek ağı kadar zayıf ve korumasız olduğunu hatırlatırcasına…
Neydi bu toplumları helake sürükleyen?
Rabbin bir garezi mi vardı yarattıklarına, yoksa problem kulun Rabbiyle ve
yaratılanlarla kurduğu ilişki biçiminde miydi? Helake sürüklenmişlerdi çünkü, “Kurdukları şehirlerde azıp bozgunculuk
çıkarmışlardı.” Serveti ve kuvveti elinde toplayanlar,
bunu taşkınlıkları için kullanmış, tuğyan etmişlerdi. Allah’ın mülkünden
çalarak, ihtişamlı bir hayat kurarken, çok kazanma adına nesli ve tohumu ifsad
etmişlerdi. İktidarın güç ve imkânlarıyla oluşan mutlu azınlığın, toplumun
diğer kesimine yaptığı zulümlerdi, helaklerinin sebebi. Zaman, mekân ve şahıs
kavramlarını kaldırarak, zulmün evrensel bir suç olduğu anlatılıyordu Âlemlerin
Rabbi. “Hem bilmiyor
musunuz ki, biz yaratılış gayesine aykırı davranan nice toplumları helak ettik
de, yerlerine başka toplumlar getirdik.”(Enbiya:11)
Kendini Müslüman olarak tanımlayan iktidarlar için de geçerliydi bu kriterler.
Çünkü aslolan, söylem değil, eylemdi. Dine yaslanarak, dini literatürü ve
din adamını kullanarak, ’yolsuzluk, hırsızlık değildir’ fetvalarıyla, dini
duyarlılığı sömüren, hırsızlığa ve yolsuzluğa tanrıyı ortak etmeye
çalışan, din anlayışını yozlaştırıp, değerleri aşındıran kim olursa olsun,
yapılan işin adı; zulümdü. Dini hayatın, bir takım geleneğe ve folklorik
ritüellere indirgenmesi, Fecr-i kazibin, fecr-i sadık diye yutturulmasıydı.
İslam coğrafyasındaki bazı diktatörlerin yıkılması, Müslümanlar arasında bir
bahar rüzgârı olarak estirilmesi de sadece algı yanılması/yanıltılmasıydı.
Yapılan iş, yağmurdan kaçarken doluya tutulma misali, halkların diktatörlerden
kaçarken; sekülerleşmenin, dünyevileşmenin kucağına düşmesi/düşürülmesiydi.
Tarihin sonraki uğrak yerlerinde devam
edegelen zulümler ve adaletsizlikleri nasıl anlamalıydık o zaman? Kavimlerin
helakinin, geçmişte yaşanmış birer kıssa mantığıyla okunması, felaketleri
okuyamamak ve geçmişten ders almamaktı. Yeryüzünün insana ipotek edilmesi olan
küreselleşme, gezegeni tehdit eden kirlenme, katliamlar, kaynakların hoyratça
kullanımı ve yaşanan bunca felaketler, modern insanın helakiydi aslında.
Yaşanan savaşlar, açlıktan ölen insanlar, genetiği bozulmuş ürünlerle
artan hastalıklar, küresel ısınma ile başlayan/başlayacak felaketler, küresel
şirketlerin manipülasyonlarıyla zararının ne olacağı söylenemeyen,
tartışılamayan teknolojik ürünlerin getireceği tehlikeler, ilaç şirketlerinin
pazarladığı hastalıklar, nükleer tesisler, modernizmin pençesinde oyuncağa
dönmüş zengin ama mutsuz insanlar ve onların mutluluğu için daha çok çalışan,
ezilen, sömürülen insanlar… Bu uzayıp giden liste bile insanoğlunun helake ne
kadar yakın olduğunun, hatta iç içe yaşadığının göstergeleriydi.
Dünyevileşme, iman çağını bitirip, inkâr
çağını başlatmış; insanı, bireyselleştirmişti: “Malı çok seviyorsunuz.”. İnsanın en büyük imtihanıydı mülkiyetle olan imtihanı. Servetin
verilişini kendinde olan bir takım özelliklere bağlaması ve hikmeti kendinde
görme sapkınlığı, onu tuğyana sürüklemişti. Varlığın sebebini kendinden
bilmesi, varlığın şükrü olan paylaşımı unutturmuş, yokluğun sebebini ise,
fakirin acziyetine ve hak edişlerine bağlayarak, zulmü kendine
meşrulaştırmıştı. Varlıkla kurduğu bu genetik ilişki sonucu, onun elinden
çıkmasını isyan sebebi saymış, Allah’ın lütfunu kendi hakkı olarak görmüştü.
Mülkün Allah’tan bağımsız algılanması, insanın başına bela olmuştu. Verince
kerem sahibi, vermeyince, ‘hain rab’ ilişkisi insanı, dindar tefeci tipini
ortaya çıkarmıştı. Oysa malın verilmesi de, alınması da Allah’a yakınlığın ya
da uzaklığın ölçüsü değil, sadece imtihandı. Özelde Fecr suresi, genelde vahyin
tümü; Rabb-insan-mülk ilişkisini belirleyen evrensel kurallar koymaktaydı.
Eşrefi mahlûkat olan insanı, beşeri sistemlerin istatiksel bir değerden başka
bir şey ifade etmeyen sürülere dönüştürmesine karşı onu koruyacak tek sığınak,
Rabbiydi. Çünkü O’ndan başka herkes onun kıymetini takvası ile değil,
harcadıkları ile ölçmekteydi. Dolayısıyla kadim dönemlerde de, modern
dönemlerde de, insanın mülkle ilişkisini Rabbi düzenlemediğinde ortaya çıkacak
şey sadece zulümdü. Adının ve şeklinin değişmesi durumu değiştirmeyecekti.
Tuğyan, Allah’ın kulları için çizdiği
çizginin dışına taşmaktı. İslam ise, din ve dünya ilişkisindeki dengenin
adı ve vasat ümmetin adresiydi. Din ve dünyanın birbirleri üzerine taşması, onu
ya mistikleşerek dünyadan ya da sekülerleşerek dinden uzaklaştırmıştı. Batı’nın
Protestanlaşarak seküler hayata yönelmesi, dinin dünya üzerine taşması değil
miydi? Yahudi din adamlarının öğüdü başkalarına verip, kendilerinin öğüde
uymamalarından dolayı, Hz. İsa’nın: “Allah’ın mabedini ticarethaneye çevirdiniz” uyarısı da, dünyayı dinin üzerine taşıran, Yahudi din adamlarınaydı.
İnsanın sınırsız arzu ve isteklerinin belirleyicisi kim olacaktı o zaman?
İnsanın fıtratındaki ebedilik ve mülk sevgisi ona bu sınırları hep
zorlatacaktı. Ebedi olmayan dünyada yığdığı mal, içindeki ebediyet hırsını
kamçılayarak, ölümü ve hesabı unutturacaktı. Bu iki sınır arasında med-cezirler
yaşayan insana şöyle diyordu Rabbi: ‘Ey mutluluğu başka yerde arayıp kendini bununla oyalayan insan, Ebedi
mutluluğa yönel ki, sana dünyada tatmini öğreteyim ve mutmain olarak cennetime
gir, dünyada ver ki, sana kat kat fazlasını vereyim. Halkı razı etki, bende
senden razı olayım’. “Razı olmuş ve razı olunmuş halde dön Rabbine”.
Sonuç olarak, zulüm ve adaletsizliğin
kararttığı vicdanlara aydınlığın müjdecisi olan fecrin doğuşu, Allah’a ve
ahirete iman ve salih amelle olacaktı. Kur’an, hesabı verilebilir bir hayat
programı sunarken, insanın aklını, yüreğini ve dünyaya bakışını yeniden inşa
ediyordu. “Yetime ikram
eden, yoksulu doyuran, mirasta harama helal çizgisine dikkat eden”,bir hayat yaşa ki; “Keşke
hayatım için bir şeyler yapsaydım” pişmanlığı, kor gibi yüreğine oturmasın.
Bunu hayat tarzını, tepeden inmeci bir değişim modeli olarak değil, bireyden
başlayarak, zihne, kalbe, bütün hücrelere inerek inşa ediyordu. Bu bakış
açısıyla ibadet, insana kulluk bilinci kazandırdığı kadar, kul olarak diğer
varlıklarla nasıl geçinileceğini de öğretmeliydi. Bundan soyutlanarak yapılan
ibadet ‘yuh olsun o namaz kılanlara ki kıldıkları namazın farkından değiller’
ikazı ile uyarılıyordu. Çünkü her ibadetin, Rabbe dönük yüzünün yanında,
mahlûkata dönük bir yüzü de vardı. Bu boyutu ihmal edilen hac; turistik geziye,
oruç; perhize, zekât; gösterişe dönüşecekti. Kısacası ibadetler, Müslümanın
dünya ile kuracağı ilişkiyi de belirlemeliydi. İslam’ın, emek, servet, hak,
adalet gibi kavramlarla olan ilişkisi göz önünde bulundurulmadan kurulacak
kulluk ilişkisi, bir taraftan insanı bencilleştirirken, diğer taraftan da din,
vicdanları rahatlatan bir terapi aracına dönüşecekti. Bu sebeple, kapitalizmin
tüm nimetlerinden faydalanıp, dini bir takım ritüellere indirgeyen anlayış,
İslam’ın sunduğu model değildi. (Veli KURT-Fecr Suresi)
Yorumlar
Yorum Gönder