“Amentü”… Ama neye?..
“Amentü”… Ama neye?..
“Amentü” diye bilinen dua formu, her Müslümana
din adına öğretilen, ezberletilen ilk şeylerden biridir. “İnandım” diye
başlanır ama “ gerçekten mi” diye hiç sorulmaz. İnanmak nedir, bir bedel ve karşılık
gerektirir mi, günlük hayatta neye karşılık gelir bunun vicdani ve ahlaki
muhasebesi hiç yapılmaz. Bilgi ne zaman “imana”
dönüşür? Amentü” diyerek altına
imza atılan esaslar, Hakk’al yakin bir iman düzeyine erişmedikçe “hal”e dönüşür mü? “Hal”e dönüşmeyen bir
bilgiye “amentü” denilebilir mi?
“Allah’ı görsem de imanım da bir şey değişmezdi” diyen Hz. Ali’nin bilgi/iman
seviyesinin bizdeki karşılığı nedir? Tüm bu soruların cevabı, “Amentü” inancının hayattaki belirleyiciliği ve iman
–amel arasındaki uyumda gizlidir.. Diğerleri ise sadece “mış” gibi imanın
görüntüleridir.
“Amentü” dedikten sonra “gerçekten mi” diye
sorabilmek ve buna verilecek samimi cevap ve itiraflar, imanın niteliği
açısından önemlidir. İnsan bu soruyu kendine sorma yürekliliğini gösteremese de
bu soru ona mutlaka sorulacaktır.(Tanrı adına bu soruyu sorup infazını
yapanlardan bahsetmiyorum) Bu soruya verilecek samimi itiraflar hayata olan
bakışı değiştirecek, insanı “ keşke” pişmanlığından kurtaracaktır. Fakat insan
yine kolay ve işine gelen yönelerek, O’nun adına tanımlamalar yaparak haddi
aşacak, kendi imanını değil,başkalarının imanın sorgulayacak,O’nun adına
mükafat ve cezalar yağdıracaktır..Bu yazı, birilerini değil, kendimizi sorgulamak,
“amentü ile yüzleşmek” adına yazılmıştır.
“Allah’a
iman”, iman
esaslarının mihengini oluşturur. Diğer esaslar bunun üzerine kurulan doğru ve nitelikli
ilişkilerle anlam kazanır. İnsanın tanrıya
inanmakla ilgili problemi (genelde) Tanrının varlığına ile ilgili değil, O’nun bir
ve bölünmez olan hâkimiyet ve yetki alanıyla olmuştur. İnsanın, Tanrıya hâkimiyet
alanı çizmesi, bir kısım yetkileri kendine veya birilerine tahsis etmesi ile
ilgili sıkıntısı onun imani bir problemi olmakla kalmaz, gasp ettiği bu tanrısal
yetkiyi koruma adına birilerine zulmetmesine ya da zulme maruz kalmasına da
sebep olur. O, insanın ve diğer varlıkların ahenk içinde yaşamaları için Rahman
ve Rahim sıfatlarıyla bu yetkiyi kendi elinde tutar. Bu yönüyle tevhitle ilgili
problem Tanrının birliği ile ilgili değil, yetkilerdeki bölünmezlikle (Samet)
alakalıdır ki bu, varoluşsal değil, düşünsel bir sorundur. Yani şirk, Tanrının
birden fazla oluşu değil, Onun yetkilerinin onun adına kullanılması ya da
birilerine devredilmesiyle ilgilidir. Ruhban sınıfının (Yahudi ve Hıristiyan) kendini
tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak, yanılmazlık zırhıyla halkı sömürmesi,
haram ve helal koyma yetkisini kendinde görmesi, sapmayı ve saptırmayı
meşrulaştırması bunun sonucudur. Müslüman kimliği ile birlikte; deist,
agnostik, laik, seküler, liberal vs. gibi kimlikleri de yedeğinde taşımaya
çalışmanın sıkıntısı da bundandır. Allah’la kurulan ilişkinin temelini,“yalnızca
sana kulluk eder yalnızca senden yardım bekleriz” ilkesi oluşturmadıkça,
istismarlar, hurafeler, batıl inançlar hep ayakta kalacaktır.
“Dikkat edin şeytan sizi Allah’la aldatmasın” uyarısı tüm zamanların en
önemli uyarısıdır. İnsanın, adı Hak ve Adl olan tanrıyla kurulacağı ilişkinin
hak ve adaletten uzak olması, O’na, kendine ve varlığa yapılabileceği en büyük
zulümdür.
“Kitaba iman etmenin” hayattaki karşılığı nedir? Kitapla
kurulacak ilişkinin biçimini yine “kitap” belirler. Yol gösteren, hakkı
batıldan ayıran, “anlaşılsın” diye toplumunun dili ile indirilen, anlaşılması “kolaylaştırılan”
bir kitapla kurulan ilişkinin sonunda, okundukça ondan uzaklaşılması tehlikeli
bir problemin habercisidir. “Kitaba uyan”
bir hayat tarzı istenirken,“kitabına uydurulan” bir hayat tarzının İslam diye
yaşanmasının ve sunulmasının suçlusu “kitap” olabilir mi? Kur’ana saygıyı kitabın sunduğu hayat tarzına
değil de, kabına, kılıfına indirgenen bir ilişki biçimini “amentü” diye
sayabilir miyiz? Günlük hayatta girilen bir takım sınavlar ve onlara hazırlık
adına okunan kitaplarla, “amentü” diyerek baş tacı(!) edilen kitapla kurulan ilişkinin paradoksu, “iman –amel” arasındaki problemi
net biçimde ortaya koymakta. Bir üniversite sınavı için çocuklarını kendi
boylarından daha yüksek kitapların arasına gömen zihniyetin,“asıl sınava” olan
kayıtsızlığının sonucu olan toplumsal yozlaşmaya bakarak, “toplum ahlaksızlaşmakta
“diye ağıt yakması ise dramatik bir o kadarda komiktir. Bu kitap;
insanın, kendisiyle, yaratıcısıyla, toplumuyla ve kâinatla sağlıklı, adaletli
ve sürdürülebilir bir ilişki kurmasının yollarını gösterir. İnsana sömüren ya
da sömürülen olmadan, hesabı verilebilir bir hayat anlayışı sunar. Oysa
İslam dünyasının içinde bulunduğu durum yoksa biz “fantezi mi yapıyoruz” ya da
“nostalji mi takılıyoruz” sorusunu gündeme getirmekte. Bu soruya dürüstçe bir
cevap vermek için önce “bu kitapla” kurulan ilişkinin dürüst olması gerekli. Öğüt
için indirilen bir kitabın defalarca okunmasına, hatmedilmesine rağmen bir tane
bile öğüdün alınmaması,“akletmez misiniz” sorusuna “akletmeden” bir okuma ile
cevap verme yüzsüzlüğü her şeyi açıklamaya yetmekte aslında. “Müslümanlar, Kur’an hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için
Kur'an'ın nasıl okunması gerektiği hususunda geniş bir ilim ürettiler.” A.Begoviç
“Resule iman” ile neyin altına imza atıldığı
sorusunun cevabı “Rasul” tanımlamasına
verilecek cevapta gizlidir. Peygamberler, getirdiği vahyi topluma anlatırken,
onun nasıl hayata aktarılacağının örnekliğini de ortaya koyarlar. Bu yönüyle
model ve önder insanlardır. Peygamberi tanımak, onun kronolojik hayatını bilmek
değildir. Sünnetten, misvak, misk kullanmayı,
sakal bırakmayı, kabak yemeyi anlayan ama Hz. Peygamberin(AS) Mekke Cahiliyyesi
ile 23 yıllık mücadelesini aklının ucuna bile getirmeyen bir anlayış, yaşadığı
çağı ve problemlerini değil anlamak, kendisi problemin bir parçası olur. Cahiliyye
dönemine benzeyen bir hayat yaşanırken peygamber adına çekilen salâvatlar,
kutlanan kutlu doğumlar bu durumu değiştirmez hatta katkı sağlar. Rüyalarda
görülen peygamberlere onaylatılan din anlayışları yeni sapkınlıklara kapı aralar.
Bu din anlayışında Peygamber model değil, onay makamıdır. Çarşıda, pazarda
dolaşan peygamberden, kendi dini anlayışını onaylayan, desteklerini sunan,
programlarına katılan, ticaretlerine katkı sağlayan bir mitoloji kahramanı üretmek
onu hayattan uzaklaştırır. Bu anlayışa
tepki olarak doğan “postacı peygamber” anlayışı da bundan daha az tehlikeli
değildir. “Bize Kuran yeter” diyerek başlayan “tepkisel” din algısının
varacağı yer, diğerlerinin “peygambere” onaylattırılan “indi” düşünceleri, “kitaba”
onaylatmak olacaktır. Protestanlığın, kilisenin problemleri üzerine haklı ama
tepkisel çıkışları onları modernizm ve pozitivizmin onay makamı haline
getirdiği gerçeği unutulmamalı ki, yanlışın alternatifi başka bir yanlış olmasın.
“Ahiret”, sonu olan bir hayatın hesabının
verilmesi adaletin gereğidir. İnsan en yakınını kendi elleriyle mezara gömerken
bile ölümlü bir hayatı düşünmek istemez. Hesabını veremeyeceği bir ilişki ile
bağlandığı dünyada ahireti hatırlamak ağzının tadını bozar. Ama yapacağı itiraz
ve reddin de anlamı yoktur. Bu yüzden hesabını veremeyeceği bir hayata talip olanlar,
ya inkâra ya da“mış” gibi bir imana yönelirler. Hesap gününe olan az buçuk
imanın sebebi, vereceği hesaptan daha çok birilerinden alamadığı hesabın öbür
dünyadaki tahsilidir bazen de. Bu dünyadaki küçük ve basit mükâfatlar için verilen
mücadele ile cennet gibi bir nimet adına ortaya konulan gayret ve mücadele neye
iman edildiğini net bir şekilde ortaya koymakta aslında. Tersinden
düşünüldüğünde, yani dünyada ceza karşılığı olan davranışlardan kaçınma
duyarlılığı ve korkusu ile cehennem korkusu arasındaki durum kıyaslandığında da
durum çok farklı değildir. Cehennem sıcaklığının termometredeki karşılığını
tahayyül bile edemeyen insanın, sınırlı bir hayatta hesapsız bir hayat yaşama
isteği, can alıcı soruyu yeniden gündeme getirmekte:“Biz, ahirete, cennete ve
cehenneme gerçekten iman ediyor muyuz?”
Mezarları şehirlerin dışına taşıyarak ölümü unutmaya çalışanlar, kendine emanet
edilen dünyayı sahiplenmeye kalkarak yeryüzünü talan edenler, kendi mutlulukları
için başkalarına dünyayı zindan edenler istemeseler de mutlaka bir son ve bir
hesap olacağı muhakkak. Ne mutlu buna
hazır olanlara…
İnsanın dünya ile kurduğu bu akıl,
hak ve adalet dışı ilişki, vicdanı olan herkesin vicdanını mutlaka yaralayacaktır.
Zalimin vicdanını rahatlatan, mazluma
zulmü razı eden bir “kader” anlayışının “faturayı Allah’a kesmek” suretiyle problemi
çözülmesi zulümlerin en büyüğüdür. Hz.
Hüseyin’in kesik başı, Yezid’e sunulurken bu alçaklığın “kader” denilerek Allaha
fatura edilmesi bir zaman içerisinde bir inanca dönüşerek zalimlerin sığınağı
oldu. Bu anlayış gelişerek; tembelliğin, zulmün, çıkarcılığın, ahlaksızlığın
üzerini kapatma işlevini gören itikada dönüştü. Kader, zayıf için zulme rızanın,
güçlü için zulme tanrısal referans bulmanın kaynağı oldu. “İnsana çalıştığının karşılığı
vardır” ilahi hükmüne rağmen, oy kaygısı ile fay hatları üzerine
yükselen apartmanların altında kalanların, patronlar çok kazansın diye maden ve
kömür ocaklarında göçük altında ölenlerin, emeği sömürülenlerin, tecavüze
uğrayanların faturaları,“alın yazısı” olarak Allah’a kesildi. İşlediği
suçlardan dolayı ceza evlerini dolduran suçlular bile kendilerine “kader mahkûmu”
diyerek “kaderi” masumiyetine delil yaptı. Durum böyle olunca sömürülen Afrikalının
yaş ortalamasının, sömürgecilerin yarısı kadar bile olmaması dahi ilahi bir tasarım
(!) olarak anlaşıldı. Birbirini katleden İslam dünyasının üçüncü dünya ülkesi
olarak tanımlanması da bir “kaderdi” ve “amentü” olarak bize ezberletilmişti..Oysa
insan,esfele safilin ile eşrefi mahlukat arasındaki tercihini kendi yaptığı
için insan olmuş,yeryüzünde halife olmuştur.
Özetlemeye çalıştığımız şey bizim hikâyemiz.
Gömleğin ilk düğmesi yanlış takılınca
bütün düğmeler doğal olarak yanlış bağlanacaktır. İmanın merkezinde oturan
tevhid anlayışı doğru anlaşılır ve hayat bu perspektifle yeniden düzenlenirse
bütün her şey bu tevhidi ahengin içinde yeniden anlam kazanarak düzen sağlanır.
Yazılı ve yazısız tüm yasalar (ayet) bu ilahi adaletin ve düzenin devamı
içindir. İnsanın cehaleti, hırs ve arzuları yüzünden bozduğu, tahrip ettiği her
yasa aslında varlığa yapılan bir ihanettir. Ve hesap bunun için vardır. “Amentü”
derken attığımız imzanın içeriği tamamen budur ve bundan kaçmanın mazereti
yoktur.
(VELİ KURT-06.01.2018)
Yorumlar
Yorum Gönder