“İBADET”…AMA NİÇİN?


                                            
                                               “İBADET”…AMA NİÇİN?

           İman; hayata anlam ve derinlik kazandırma, iman ettiği pencereden dünyaya bakabilmenin ön kabulüdür. Bu imanın konusu İslam olduğu iddia ediliyorsa, bu iddianın soyuttan somuta(eyleme) dönüşerek her şeyi kuşatan bir teslimiyet içermesi gerekir. İslam; sadece bir ad değil, bir kimsenin kişisel ve davranışsal özelliklerini, toplumsal ya da hukuksal yerini, ahlaki duruşunu, değer yargılarını belirleyen sıfattır. Bu sıfat miras ya da zoraki değil, bilerek, isteyerek karar verilen bir tercih olduğunda anlamlıdır. İnsan bu tercihiyle kimlik ve kişilik kazanır. Dolayısıyla İnsan kendine Müslüman sıfatını tanım olarak kabul etmişse dinin, kendisi için istediği davranış ve ahlaki duruşun altına iradi olarak imza atmış demektir. Yoksa bu tanımın yanına başka tanımlamalar, yeni yorumlar koyarak sentezler geliştirmek ve bunun adına “İslam” demek, en hafif ifadesiyle haddi aşmak olur. Ahlaklı ve adaletli toplumu, imanın “diriltici nefesiyle” şahsiyet kazanmış, “inandığı gibi yaşayan” karakter sahibi bireyler oluşturur. Yani, Namazla miraca (rabbinin katına) yükselen kul, oradan topluma(çarşıya, pazara) dönerek getirdiği rahmet ve adaleti topluma yayar. Böylece toplumla kuracağı ilişkinin belirleyicisi rabbi olur. Bu bağ kurulmadığında dini hayat, kaba bir dindarlığa dönüşür ki, bu bağnazlığın ve sekülerizmin meşruiyet zeminini oluşturur. İman, “hal”e dönüşmediğinde, İbadetler askeri bir eğitim disiplini içinde ritüelleşerek, formu önceleyen, ibadeti şova dönüştüren, kutsallar ihdas ederek sırtından rant kazanan  “görüntü dindarlığına”  dönüşür. “Eğer bir din, yetimi korumuyor, kimsesize sahip çıkmıyor, ezilenlerin sesi ve soluğu olmuyorsa yalandır ve afyondur. Bunlar olmadan kılınan namaz, tutulan oruç, gidilen hac, kesilen kurban, ihya edilen kandil geceleri, ziyaret edilen türbeler vesaire… Ebu Cehil´ in hacılara su verip de, yetimi ve yoksulu görmemesi gibi yalandır.”(A.Şeriati)

          İnsanı sadece ruha indirgeyen Hıristiyanlığın mistik din anlayışı kilisenin duvarlarını aşamayarak insanlığa alternatif olamayışı, insanlığı; kişiyi sadece bedene indirgeyen onun tatmini uğruna her şeyi caiz gören materyalizmin kucağına itti. Bu iki dünya görüşü karşısında (İzzetbegoviç’in deyimiyle); “düalist” din anlayışıyla İslam, “ahiret-dünya” dengesini kurmuş, tevhidi bir anlayışıyla “dünyayı ahiretin tarlası” yaparak, vahşi kapitalizme karşı, insanlığa bir sığınak olmuştu. İslam’ın koyduğu bu hassas denge hangi tarafın lehine bozulursa, diğerinin değirmenine su taşıyacağı gerçeği tarihi bir tecrübe olarak karşımızda durmaktadır. İşte bu yönüyle incelemeye çalışacağımız konu; dinin, ibadet ve toplumsal hayatla arasındaki bağ ve bununla oluşturulacak “İslami kimlik” inşasının parçalanamazlığı üzerine olacaktır.

          Hz. Peygamber (sav), “Namaz, dinin direğidir” diyerek, namazın dinde neye karşılık geldiğini en özlü bir şeklide anlatır. Ruhun bedenle Rabbe yolculuğudur namaz. Bu ruhla şekillenir kulun hayatla kuracağı ilişki. Hayatla bağı kesik ruhsuz bir namaz, anlamını yitirerek “kötülüklerden korumayan”, ritüellere dönüşür. Namaz, günün programını “zamanın sahibine”   ayarlatmaktır. “Yalnızca sana kulluk eder, yalnızca senden yardım dilerim” düsturunun her rekâtta tekrarı dünyaya ve dünyalığa karşı kulun özgürlük ilanıdır. Okunan kıraatla geçmiş gözden geçirilir, gelecek şekillendirilir. Rükû; “sadece senin önünde eğilirim” demenin, secde; O’nunla buluşmanın adıdır. Namaz, “korunduğu” kadar, “korur” insanı. Günlük hayatın her alanına dağıtılan namaz, ibadetlerin özünü oluşturan, hayata yön ve şekil veren “çift yönlü” ibadet anlayışıyla kulu “kötülüklerden” koruduğu ölçüde “gerçek namaz” olur. “Yuh olsun o namaz kılanlara ki, kıldığı namazın farkında değiller” uyarısı, namazın,“niçin” ini anlayıp “değer”e dönüştürmek yerine, “nasıl”ına takılarak, “neden”ini kaybedenleredir. “Gelecek namazda buluşmak üzere” diye camide ya da seccadenin üzerinde bırakılan namaz değildir istenen. Ondan istenen, namazla yükseldiği miraçtan, topluma Rabb terbiyesiyle dönüştür.

        Dinin direği namazla birlikte zikredilir zekât. Yetime ve fakire dönüşü olmayan namazın kınanması boşuna değildir. Namazla miraca(Rabbine)yükselen kul oradan devşirdiği sevgi ve merhametle döner insanlara/topluma. Toplumu birbirine bağlayan bir çimento, “Servetin bir grubun arasında dolaşıp durmaması” adına bir sosyal adalettir zekât. Fakat zekâtın yüzde iki buçuğa, sadakanın cepteki bozukluklara indirgenmesi, ibadetin kastini ve içeriğini anlamsızlaştıracak, paylaşımla sağlanabilecek sosyal güvenlik, daha fazla paralarla güvenlik şirketlerine ihale edilecektir. Dualarıyla açın midesini doyurmayı, elbisesizi giydirmeyi planlayan kapitalist Müslümanların, işlerini aynı dua ve tevekkülün kaderine bırakmaması bu yüzdendir. Açken doyurulan, açık iken giydirilen bir insanın duası ile kuş sütünün eksik olmadığı sofralarda yapılan “hur-i iyn” duaları arasındaki fark, yarın toplumsal felaketler kapıya dayandığında anlaşılır. Bu yüzden zekât, bir yönüyle mülkün sahibine şükran, diğer yönüyle toplumsal hayata sigorta ve vicdandır. 

          Oruç; yeme, içme ve cinsel arzuları kontrol altına alınarak, insan hayatının sadece mide ve cinsellikten ibaret olmadığını öğretir. Oruç bir mekteptir ruh ve bedenin eğitilerek, hisseden bir topluma dönüştürüldüğü. Bu terbiye sürecinin olgunlaştırdığı insan, hayvani arzularından arınmış, bencilliğini paylaşımla öldürmüş, yığmayı ve yağmayı amaç olmaktan çıkarmış bir kişilikle toplumuna döner. Yığdığı mallar yüzünden nice yokluklar yaşattığı insanlarla empati yapma fırsatıdır. Orucu “bozan” şeyler denildiğinde yeme ve içmenin haricinde; faizin, haram lokmanın, yalanın, harama el ve dil uzatmanın, başkasının malında gözü olmama akla gelmiyorsa o toplumda varlığı hissedilmez orucun. Ramazan böyle bir tefekkür ortamını insanlara hissettirdiği ölçüde, Şevval’de “hak ve adalet” tohumları filizlenir. Bu hissediş ve terbiye süreci diğer aylara bir şey taşımalı ki, bir ay tutulan oruç, on bir ay insanları tutsun.

       “Haccı sizin için kıyam merkezi tayin ettik.” (Maide: 97) Hiçbir dinde olmayan, organizasyonu “Beytin sahibi” tarafından yapılan büyük ümmet toplantısı. Ama gel gör ki, ümmetin bir tane meselesinin dahi gündeme gelmediği, bunun için tek adımın dahi atılmadığı büyük bir“turistik gezi”dir artık. Hac, sembollerle tevhid eksenli bir hayat inşa eder. İhram, dünyaya geliş ve gidiş arasındaki amansız mücadelenin sonunda mahkûm olunan üç-beş metre bezin(kefen) sembolüdür. Mal, mülk, soy, sop değildir insana anlam ve değer kazandıran, onu üstün kılan takvadır. Tavaf, kâinatın ve yaratılışın özeti, teslimiyetin ve ilahi takdire boyun eğişin sembolüdür. Sa’y öğretir, Hz, Hacer misali Rabbe teslimiyeti ve sadakati. Böyle bir teslimiyetin ödülüdür çölde fışkıran zemzem. Hz. İbrahim, en değerlisini O’na kurban vererek adeta; “ seninle arama kimseyi sokmam, bu biricik oğlum İsmail’de olsa” der. Arafat; mahşerin, ölmeden önce ölmenin ve yeniden dirilmenin provasıdır. Kuranda anlatılan şeytanın üç yüzüyle (Belam, Firavun, Karun) yüzleşir insan ve bu şeytanları taşlayarak def eder hayatından. Tüm bu sınavlarla hayatı yeniden buluşturan hac, insanı ilmek ilmek yeniden işleyerek onu ümmet binasının bir tuğlası yapar. Ama heyhat, milyonlarca insanın aynı anda sırt sırta yaptıkları hacc, aralarına ördüğü duvarların altında kalmakta. Müslümanca duruş, dünya ve hayat karşısında etkin bir tavır takınmakla olur. Şer karşısında takınılacak tavır bundan dolayı imanidir. Olaya böyle bakılmadığı müddetçe; Afrika’yı açlığa mahkûm eden Batı, Filistin’i işgal eden İsrail, ümmetin petrolünü ABD’ye peşkeş çeken Arap krallar, sefahat içinde yaşayan diktatörler Müslümanların haccından korkmayacak, yapılan haclar, çekilen “lebbeykler”,emperyalistlerin hacılar için ürettikleri hediyelik eşya pazarlarında kaybolup gidecektir...

       Tevhid eksenli bir hayat inşa edilmedikçe ibadetler görüntüyü aşamaz, “nasıllar” arasında boğulur gider. İsrailoğullarının “bir inek kesin” emrini  “nasıl olacak” sorularıyla çıkmaza sürüklediği dindarlık, “samimi dindarlığın “değil” , “görüntü dindarlığının” örneğidir. İbadetlerin bir rüknü için bile ciltleri aşan kitaplar yazan zihniyetin bu ibadetin kazanımı, vardıracağı ruhi olgunlukla hiç ilgilenmemesi başka nasıl izah edilebilir? Günlük hayatın akışı içerisinde kendini paralayan, gece gündüz didinen insanın, çalışma ve gayretlerinin sonuçlarını hiçbir zaman; ihtimallere, rastgeleliklere ve duaya bırakmayışı, ama öte yandan dinle ilgili işlerde;“Allah büyüktür, affeder” kayıtsızlığı, aslında dinin hayatında neye karşılık geldiğini net bir şekilde ifade etmekte. Bu dindarlığın arka planında; ya mahalle baskısı, ya gelenek ya da farklı beklenti ve çıkarların olduğu ortadadır. Namazın spora, haccın turistik geziye, zekât ve sadakanın şova, orucun perhize, kurbanın kavurma şölenine dönüşmesi böyle bir dindarlığın sonucudur. Mekkeli müşriklerin çarşıda pazarda dolaşan bir peygamber değil de, melek bir peygamber arzu etmelerinin temelinde de aynı sosyal gerçeklilik yatmakta. “Şeytan sancağını önce çarşıya, pazara diker.”(İ.özel) Oysa ibadetlerin hayata izdüşümleri iyi takip edildiğinde ibadetlerin ne kadar hayatla iç içe olduğu, Müslümanı nasıl ahlaklı bir duruşla hayata hazırladığı görüşülecektir.  “İslam, Müslüman gibi davranmayı değil, Müslüman olmayı (ruhuyla eyleme katılmayı)başlangıç kabul eder.” (İ.Özel) İnandığı gibi yaşamayanların bir dönem sonra yaşadıkları gibi inanmaya başlayacakları gerçeğinin unutulmaması dileğiyle…“Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi Allah içindir.”(En’am: 162)                                                
                                                                                  (VELİ KURT-18.01.2018)


  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?