MÜRİDİN İRADESİ Mİ, İRADENİN MÜRİTLİĞİ Mİ?
MÜRİDİN İRADESİ Mİ, İRADENİN MÜRİDLİĞİ Mİ?
Sosyal bir
varlık olan insan yaşadığı zaman ve mekânın çocuğudur. Vahiy bu anlamda insanın
yaşadığı çağa ve ortama ilahi bir dokunuştur. Vahiy, yatağında akıp gitmekte
olan nehrin yatağını değiştirmez, sadece süreç içinde nehre karışan pislikleri
temizler, ıslah eder. Başka bir deyişle İslam, toptan reddetmez zararlı olan
şeyleri kapının dışına bırakarak, insanlık adına yapılan yürüyüşü aksatan
unsurları ayıklar ilahi rotadan/fıtrattan sapmaları önler. Ama insan sürekli
kapı dışına bırakması gereken şeyleri içeri sokmaya çalışır. Çünkü onlarsız kendini
eksik ve korumasız hisseder.
7 ve 8.yy dan
itibaren Arabistan sınırlarını aşarak batıda İber yarımadasına, doğuda
Hindistan’a kadar sınırlarını genişleten Müslümanlar, birçok din ve kültürle tanıştı.
Bölge halkları Müslüman olurken tüm tarihsel ve kültürel birikimlerini doğal
olarak yeni dine taşıdı. Böyle olması yadsınmadı bilakis, İslam medeniyeti bu
kültür zenginliğinde inşa oldu. Antik Yunan, Hint ve İskenderiye felsefesinin önemli eserleri
hızla Arapçaya çevrildi.
Yunan
felsefesinden etkilenerek aklı önceleyerek sezgiye önem vermeyen meşşai
felsefesi bir uca kayarken, Doğu’nun mistik, gnostik ve sezgiselci düşüncesi
işrakilik adıyla diğer uçta yerini aldı Bu süreç İnsanın ve bilginin yeniden
tanımlanmasına, kültürel çatışmaların çıkmasına, farklı ekollerin doğmasına
neden oldu. Konudan uzaklaşmama adına bu yazıda İşrakilik ve onun yan ürünü
olan tasavvufun getirdikleri ve götürdükleri üzerinde duracağız. Doğu
felsefesine göre insan bedeni çamurdan yaratılmış ve Tanrı ona ruhundan üfleyerek
hayat vermişti. Yaratılışındaki bu süfli taraf ile tanrısal taraf onun yaşam tercihlerini
belirleyecekti.Çamurun kirli ve basit oluşu onu sürekli yere(arzularına)
çekerken, ruhu onu tanrısal,gerçek bilgiye ulaştırmak için yukarıya çekecekti..
Ruh, beden kafesindeki esaretinden ancak bedenin arzularına gem vurarak ona
eziyet çektirerek kurtulabilirdi. Hint düşüncesi, çekilecek yüksek acıların
ruhun üzerindeki beden ve akıl perdesini kaldıracağına, böylece ruhu incelterek
asıl bilgiye ulaşılabileceğini söyleyerek, mistizme kapı araladı. Beş duyu
organı ile elde edilen bilgilerin yanıltıcı ve sınırlı olduğunu, gerçek
bilginin keşf ve mükâşefe ile kazanılacağını, gerçek bilgiye maddi âlemin
algılarını terk ederek sezgilerle ulaşılabileceğini söyleyerek insanı mistizmin,
bâtıniliğin, gnostik yaklaşımların kucağına itti. Hint mistizminin ruhsal eğitim anlayışını ve kavramlarını, riyazat,
oruç, uzlet, seyri süluk, keramet gibi kavramlarla yeniden adlandırarak, “nirvanadan”
“fenafillaha” bir yol/tarikat açtı.
Bu tür yaklaşımlar ve tercihler bireysel bir zevk halinin dışına taşmadığı
müddetçe belki de farklı bir renk olma adına problemsizdi ama hakikate başka
türlü ulaşılamayacağı iddiasıyla, diğerlerini yok sayması, baskı unsuruna dönüştürmesi, hatta bir din
gibi kurallar, ritüeller belirlemesi, ötekileştirmesi işi tehlikeli boyutlara
taşıdı.
Yukarıda ana
hatlarını vermeye çalıştığımız felsefi düşünce kalıpları taşınmakta olduğu yeni
coğrafyaya kendi ontolojik ve epistemolojik problemlerini de taşıdı. Tüm bu
cereyanların ortasında ortamı durultma, gelen tehlikelere dikkat çekme adına
çalışanlarda vardı. İmamı Gazali(Tehafut’ül Felasife)Meşşai felsefesine, İbni Teymiye’de
tasavvufun problemlerine karşı mücadele verdi. Her ikisinin de niyetleri halis olsa
da okkanın ayarı kaçmış, ve bilhassa Gazali’nin Nizamiye
medreselerindeki konumunun da etkisiyle felsefe, İslam dünyasında ciddi yara almıştı. Medreselerde Felsefe kendisine yer bulamazken İslam dünyasının maruz kaldığı Moğol istilaları ve haçlı seferlerinin yarattığı sosyal, ekonomik çöküntü de mistik/batini din
anlayışlarına ortam hazırladı. Bir başka neden ise,“ümmetin bir kısmı Kerbela’da Hz
Hüseyin ve Ehli Beytin katliamına ses veremeyişinin ruhsal çöküntüsünü yaşarken
diğer kısmının fetihlerle gelen ganimetler sayesinde elde ettiği zenginliklerle,
dünyevileşmesi ve bunun getirdiği gayrı ahlaki davranışların tavan yapmasıyla
oluşan hoşnutsuzluktu.”(Cabiri) Tasavvuf,
yaşanan bu travmalara, manevi ve ruhsal çöküntülere sabır anlayışıyla sığınak
oldu..
Anadolu’nun
İslamlaşma sürecinde, dervişlerin ortaya koydukları performans, askeri başarılardan
daha önemli ve derindi. Çünkü onlar askeri fetihlerden önce yürekleri fethetmeye
çıkmışlar, daha önemli ve kalıcı mevziler kazanmışlardı. Daha sonra kurulacak
devletler onların bu kazanımlarını unutmayacak önemli yerler ve payeler verecekti.
En önemlisi toplum ve devlet nezdinde kazandıkları saygınlıktı. Tekkeler sadece
Anadolu'nun İslamlaşma sürecine değil, bilhassa taşrada halkın
İslamı öğrenmesi ve yaşam pratiğine dökmesinde konusunda etkin rol oynadı. Tekkelerin bu
pozisyonu, devletinde işine gelmiş onlara araziler verilmiş, vergi ve askerlikten muaf tutmuş, sağlanan bu ayrıcalıklar onları toplum nezdinde itibarlı bir konuma getirmiş bu da kitlesel
güç oluşturmalarının önü açmıştı. Dolayısıyla Türkler'in ve Anadolu'yu islamlaştırma sürecinde âlimlerden daha çok
sufilerin katkısının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hal böyle olunca halk, İslamı âlimlerden daha çok sufilerden
dinledikleri hikâye ve kıssalar üzerinden öğrendi. Selçuklular döneminde
Anadolu'daki Alevi meşrep dede-babalar ile Osmanlıdaki, Bektaşi geleneğinin Yavuz
dönemine kadar halk arasındaki yaygınlığı ve tesiri bu olsa gerek.
Osmanlının
ilk dönemlerinde taşralardaki tekkelerin, dini pratiği öğretme ve yayma işlevinin
yanı sıra bu uzak noktalarda güvenliğe de ciddi katkıları vardı. Bu işlevi devlet
nezdindeki itibarını arttırırken aynı zamanda merkezden uzak, kontrolsüz bir
alanda büyümenin, güç kazanmanın ortamını hazırladı. Şah kulu, Şeyh Bedrettin
gibi tasavvuf kökenli isyanların halkta büyük taban ve karşılık bulmasının
sebebi buydu. Devlet, tekke merkezlerini taşradan İstanbul'a ve merkezi yerlere
taşıyarak bu tehlikeyi bertaraf etmeye çalıştı.Fakat bu değişiklik başka bir
tehlike ve oluşumun önünü açtı. Merkeze yakın olmanın siyasete yakın olmak
olduğunu gören şeyhler, siyasete hemen angaje olarak hem kaybolmamanın hem de
yeni fırsatlarla büyümenin yollarını keşfetti. Etki alanları genişlemiş,
alternatifleri de çoğalmıştı. Büyüme ya da kaybolmayı bundan sonra;siyasi ve
ekonomik çıkarlar, entrikalar,iktidarla olan yakın ilişkiler belirleyecekti. Artık
dünya malını ve itibarını elinin tersi ile itip yürekler fetheden tasavvuf,
müritlerini dünya iktidarına kurban ediyor, dünyalık devşiriyordu.Tekke, siyasete uzanmanın, yolsuzlukların,
ilkesizliklerin mekânı olmuştu. Tarikatların siyasetle olan sıkı ilişkileriyle
elde edilen güç, şeyh ailesi içinde de kavgalara neden olmuş,” seyri suluk”
ilkesi göz ardı edilerek, gücü elde tutmak adına “beşik şeyhliği” ihdas edilmişti.
Artık şeyhin ve tekkenin etrafında toplanan insanlar, şeyhten doğruluk hikâyeleri
dinlemeye değil, tekkenin maddi ve manevi nüfuzundan faydalanmaya geliyordu.
Bunun farkında olan şeyh ise kitleyi dağıtmama adına sarayla daha sıkı
ilişkilere girmek durumunda kalıyordu. Artık her kesim için cari olan kural,
“kazan kazan” ilkesiydi. Müritlerin beklentileri arasında manevi kazanımlardan
daha çok maddi kazanımların önemli bir yer tutması, tarikatların dünyevi/siyasi
ilişkilerini geliştirirken, tarikatlar arasındaki rekabeti de kızıştırıyordu.
Oysa sufi
geleneğin genetiğinde de,” hakiki varlığa” ulaşmak için, “fani olandan”
uzaklaşma vardı.“Masivaya (maddeye) meyleden âşık Hüda’dan dûr (uzak) olur .” (Fuzuli)
Tarikatlar
kendi içinde disiplinleri olan bir mekteptir. Müritler burada zihinsel ve
ruhsal terbiye sürecine tabi tutulurken korku ve tehdit psikolojisiyle de (daha
çok manevi anlamda) te’dib edilir. Öncelikle kişi,“şeyhi olmayanın şeyhinin
şeytan olduğu” ilkesine inandırılarak bir şeyh arayışı içerisine sokulur. İşte
bu aşamada; cemaatin gücü, reklamı, sosyo ekonomik gelişmişliği, siyasi ilişkileri,
hitap ettiği kültürel gruplar..vs,tercihi belirlemede etkili olur. Tabi süreci sadece
maddi nedenlere bağlamak haksızlık olur. Burada kişini samimiyeti aradığı şeyhin,
ilmini, samimiyetini, dürüst ilişki biçimini de ön plana çıkarabilir. Kısacası
kim ne arıyorsa piyasa çok geniş ve herkes aradığını fazlasıyla bulur. Kendine
aradığı cemaati bulan mürit için bundan sonra içerideki eğitim süreci başlar. Öncelikli
olarak şeyhe “ölünün ölü yıkayıcısına
teslim olduğu gibi bir teslimiyet”öğretilir ki, maddi ve manevi kazanımların
yolu açılsın. Bu aidiyet duygusu onu cemaatin bir neferi yapar ve artık her
şeyde itiraz etmeden“hikmet” arar. Bu sadakatin boyutu her şeyi kapsayacak kadar
geniş ve kuvvetlidir.
Hz. Peygamber
sahabelerini,“ sen mi söylüyorsun, ayet
mi“diye sorabilen eleştirel bir akılla zihinlerini inşa ederken, bu yapılar,
eleştiri bir yana, yanlarında konuşulmasını, yüzlerine bakılmasını bile yasaklayarak
zihinleri formatlar, sürüler oluşturulur. Hak arama mücadelesini körelterek itaatkâr,
neme lazımcı, eyyamcı, düşünmeyen, üretmeyen, kendine güvenmeyen silik kimlikler
üretir. Halkı bir oy deposu olarak gören, seçimden seçime hatırlayan siyaset için,
şeyhin iknası, kitlenin iknası anlamına geldiğinden durum fırsata dönüşür.
Kitlenin büyüklüğü pazarlığın gücünü arttıracağından, daha fazla seküler olma
pahasına da olsa kitle siyasete angaje edilir. Bu süreçle belli bir güç eşiğini
aşan cemaatler sosyal ve ekonomik olarak yeni bir vizyon ve misyonla piyasa
yapmaya başlar. Artık zamana ve şartlara göre bu örgütlü yapılar yeni işlevler üstlenir.Cemaatin müntesipleri artık sadece cenneti kazanma,
insanı kâmil olma sebepleri ile tarikatların kapısını aşındırmaz. Gündelik
hayatta iş bulmak, terfi etme, prestij kazanma, siyasette yer edinme ve para
kazanma gibi seküler gayeler için buralarda bulunur. Cemaat müntesipleri kazandıkça
sosyal refahı arttıkça, güç ve itibar sahibi oldukça cemaatin gücü artar,
devlet karşısındaki pazarlık ve meşruiyeti gelişir, bu güç ve prestij cemaate
daha fazla taraftar toplar.Tarafların memnuniyet skalasının yüksekliği,bu sakat
ilişkinin doğurabileceği sosyal ve ahlaki problemleri gündeme getirmeyi de
askıya alır,getirenler ise fitneci olarak kayıtlara geçer..
Allah dostlarıyla
dostluk “Allah’a dost olmak”, onların karşısında olmak ise, “Allah’a düşman
olmak” anlamına geldiği müridin zihnine yerleştirilir. Bu ilke kimin, Allah
dostu olup olmadığı kriterini bilmeyen müridi,“fena fi şeyh” yapar, kendi şahsi
iradesini sıfırlayarak şeyhe sorgusuz sualsiz itaatle bağlanır. Bu şeyhi,
hatadan münezzeh, sorgulanamayan, her yaptığını ve dediğini ilahi iradeye
bağlayan kutsal bir kişiliğe dönüştürür. Dolayısıyla eleştirilen şeyh değil,
Allah olur. Cüneydi Bağdadi’ye: “İrfan sahibi bir şeyh zina eder mi? ” diye
sorulduğunda, “Allah’ın emri yerine getirilmesi gereken bir kaderdir. Onun bir
emri varsa geri çevrilmez. Bu sebeple irfan sahibinin hata işlemesi çok
görülmez.” der. Hucviri;“Kutup, zahiri ve batıni tüm varlıkların eksenidir. Her
şey onun üzerinde ve çevresinde döner. Allah âlemi ve âlemdeki düzeni onun
aracılığı ile devam ettirir. Semadan yağmur onların bereketi ve yüzü suyu
hürmetine yağar. Bitkiler onların Safalarından dolayı biter. Zafer onları
himmetiyle kazanılır” der. Müridin tarikatta tüm şahsi menfaatlerini
terk ederek, cemaat menfaatlerini ön plana çıkarması, cemaati için düşünen ve
yaşayan(gerektiğinde ölen) kişiliklere dönüşmesi bu zihnin ürünüdür.“Mürit
için aslolan hak tarafından ilahi yetilerle donatılmış şeyhe ve tarikata
sadakatle bağlılıktır. Mürit, tarikatlarda diğer bir üst kimlik olan devlet ya
da diğer dünyevi organizasyonlara değil, devletin sınırları içerisinde kalan ve
alt kimlik konumunda olan tarikata aittir. Sonra bilahare şeyhin ve tarikatın
devlete karşı temel tutumuna göre tarikata olan bağlılığın daha altında bir
seviyede olma kaydıyla kendi içinde güçlü veya zayıf aidiyet sunacaktır” (Zekeriya
Işık-Devlet ve Tarikat)
Hz.
Peygamber kızı Fatıma’ya: Babanın peygamberliği seni kurtarmaz diyerek,“Allah’la
kul arasına girilemeyeceği” ilkesini hatırlatırken, şeyhlerin “şefaat”gibi
kavramları kullanarak oluşturdukları güvenlik çemberi sorgulanmayan bir yaşam
biçimini meşrulaştırır. Karşısındakinin her söylediğinde hikmet arayan anlayış,
şeyh ve avenesini daha buyurgan, umarsız ve fütursuz yapar. Sıradanlığı ile
övünen ,“Onların efendileri onlara hizmet edendir” diyerek konum
yüksekliğini hizmete bağlayan bir peygamberin dini, yanına yaklaşılamayan,
hizmet eden değil, hizmet bekleyen kişilere emanet edilmesi trajedilere zemin
hazırlar.
Sonuç olarak,15
Temmuzdan sonra cemaat ve tarikatlar çok yazılıp çizildi ama cemaatleri ortaya
çıkaran, geliştiren tarihi, felsefi altyapı, içinde geliştiği kültürel ve sosyo
ekonomik şartlar, siyasetle olan derin bağları üzerinde ciddi tahliller
yapılmadı. Muhtemelen “cemaat” devletle
çatışmamış olsaydı cemaatler ve tarikatlar hiç gündem olmayacak ve “cemaat” el
üstünde tutulmaya devam edecekti. Dolayısıyla diğer cemaatlerin devletle öyle
ya da böyle bir problemi ve devleti ele geçirme teşebbüsleri olmadıkça veya bu
arzularını eyleme dönüştürmedikçe cemaatler değil, “cemaat” projeksiyon altına
alınmaya devam edecek, diğerleri ise bu vesileyle aklanmış olarak,”ganimetten
pay almak” için kuyrukta yerini alacaktı. Sürecin böyle işlemesi diğer
cemaatleri akredite olma, okkanın altına gitmeme adına daha çok
siyasallaştıracak ve sisteme daha fazla entegre edecektir. Yaşanan
süreçler gösteriyor ki, şöyle ya da böyle “insanı kâmil” oluşturma arzusu ile
yola çıkan hareketleri, dünyevi bir saadet zincirinin halkalarına dönüştüren
zihniyet hala canlı bir şekilde yaşamına devam etmekte. Peki neden? Belki de bunun
cevabı G.Bruno’nun şu muhteşem sözünde gizli :“Tanrı, iradesini
hâkim kılmak iςin yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü
insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.” 15.02.2019 Veli KURT
Hocam tebrikler... Îstifade ettik...
YanıtlaSilEline sağlık...
YanıtlaSil