Rabbin seni terk etmedi...

                            


                                    Rabbin seni terk etmedi...
          ‘Andolsun kuşluk vaktine ve dindiği zaman o geceye.’ Birbirinin zıttı olan kavramların ve varlıkların aynı anda zikredilmesi ve bunlar üzerine yemin edilmesi, vahyin çift yönlü ifade/anlatım tarzı Kuranın üslup özelliklerindendi. Gece-gündüz, hak-batıl ifadelerinde olduğu gibi, birbirine tezat olan bu kavramların yan yana zikredilmesi, çoğunlukla birinin varlığının diğerinin yokluk sebebi oluşuna bir vurgudur. Bir toplumda birbirinin zıttı olan kavramlar aynı anda yaşanıyor ve bundan rahatsızlık duyulmuyorsa, orada ters giden bir şeylerin olduğunun göstergesidir. Hak-batıl, iyi-kötü birbirine karışmış ve hakkın ne olduğu, nerede olduğu belirsizleşmişse yaşanan durum; alacakaranlıktır. Küfür karanlık ve zulümatla sembolize edilirken, nifak; karanlık ve aydınlığın git-gelleri olarak anlatılmıştır. ‘Şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar’(2:20) Kâfir tehlikelidir, ama münafığın tehlikesi daha ciddi ve endişe vericidir. Çünkü Münafık; alacakaranlığı, kaosu, belirsizliği sever ve ondan nemalanır. Oysa kişi, ya tam iman ederek Allah'ın (cc) buyruğuna tam bir tevhidi olgunlukta teslim olmalı, ya da tevhidin karşısında konuşlandırmalı ki kendini kim olduğu ne düşündüğü bilinebilsin. "Tevhid, bütünlüğü/bölünmezliği zorunlu kıldığından", kıyısından köşesinden edilen imanın, şeytanın istediği, ama Allah'ın (cc) kabul etmediği bir seçimdir..  
         Ve yemin edilen gece karanlığı; karanlık işlerin yapıldığı, gizli işlerin çevrildiği, dert ve tasaların zirve yaptığı zaman dilimleridir. Gece; aç, sefil, hasta, yetim, mazlum ve mustaz’af insanlar  için o kadar uzun ve ağırdır ki, kurşun gibi çöker insanın üstüne. Bitmek bilmez gecenin uzunluğu dert ve acı içinde kıvranan insana. Buz gibi yataklarına dert ve elemleri ile sokulurken, sabahın aydınlığına tekrar kavuşacaklarına dair umutları olmazdı çoğu zaman... Şairin dediği gibi:"Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir. Mubtela-yı gama sor kim geceler kaç saat.."  Bu ümitsizlik, Mekke’nin mazlum insanlarının da iliklerine kadar hissettikleri bir duyguydu. Ezilmiş, horlanmış, mahrum bırakılmış insanların göğe yükselen feryatları yankılanıyordu Mekke sokaklarında. Merhamet sahibi olan Allah’ın, kullarının bu feryatlarına cevabıydı vahiy. Karanlıkları aydınlığa çevirecek şafak, Hira’dan Mekke semalarına doğru yükseliyordu. Aydınlığın hasreti ile yananlar için yeni bir gün başlıyordu. Duha (Kuşluk vakti)’nın aydınlığı, tüm kâinatı aydınlatmak için ufuktan sökün etmişti. Karanlıklardan nemalanan yarasa zihniyetli insanlar, buna engel olmaya çalışsa da vahyin aydınlığı ufku tutmuştu..
      “Rabbin sana veda etmedi ve darılmadı..” Çölün acımasız sıcağında, çatlamış dudakları, şerha şerha olmuş ayakları ile bir damla su arayan insan misali, yıllar yılı Mekke’nin kokuşmuş şirk batağında bir çıkış yolu, bir aydınlık arıyordu Hz Muhammed. O hasretinden yanıp tutuştuğu pınarı bulmuştu Hira’da. Ama daha ikra’ (oku) şelalesinden kana kana içip yüreğindeki yangını söndüremeden pınarını kaybetmişti. Onu kaybetmenin acısını ve bunalımını yaşıyordu yüreğinde. Duyduğu o kutlu ses, dünyasını aydınlatan o nur, çölde bir serap mıydı, yoksa müşriklerin dediği gibi, cinlenmişti de, cinleri onu terk mi etmişti. Bu sorular beynini kemirirken, yüreğini yakan ve dünyayı ona zindan eden asıl korkusu; Rabbini kızdıracak bir hata mı yapmıştı ki, Rabbi onu terk etmişti. Bu korku ve endişe onu dağlara, ıssız çöllere, uçurumların kenarlarına sürüklemişti. Duha, zindana dönen hayatına göz aydınlığı, kararan dünyasına bir güneşti. Rabbi onu terk etmemiş ve ona darılmamıştı. Bu mücadele için ilmek ilmek örülmüştü güçlü karekteri,yüce ahlakı. Şahsiyeti üzerinde etkili olan bütün unsurlardan (ana, baba, eğitim..) azade kılınarak, sadece kendi terbiyesinde yetiştirmişti onu. O, ümmi bir peygamberdi, ümmi olarak yetiştirilmişti, anasından doğduğu gibi saf ve duruydu. Sabrı, dürüstlüğü, kendi ayakları üzerinde durabilmeyi, kimseye minnet etmemeyi, kısacası zorlu mücadelede lazım olacak her şeyi yaşatarak öğretmişti Rabbi ona. ‘O, seni bir yetim iken barındırmadı mı?’ Şefkatine sığınacağın bir babaya, bağrına yaslanacağın bir anaya muhtaçken sana sığınak olmadık mı? Güç, para ve şöhretten başka hiçbir değer ölçüsü tanımayan Mekkelilere sevdirtmedik mi seni? Yetimdin, fakirdin ama babalarından, oğullarından, kardeşlerinden daha çok sana güveniyorlardı, tüm değer yargılarını rağmen. El-emin diyorlardı sana, onlar gibi olamadığın, onların inançlarına uymadığın halde. Bu Rabbinin bir nimetiydi sana. Fetret-i vahiy, bir terk ediş değildi, çölde suyun, açken azığın, karanlıktayken aydınlığın kıymetinin bilinmesi gibi vahyin değerini bilmen ve bunu unutmaman için Rabbinin bir sınavıydı. Sevgilinin sevdiğini denemesiydi yani. Resulüne, sadece onun sevgisine ve kudretine  güvenmeyi, onun sevgisini ve yardımını kaybederse sığınacak yer bulamayacağını, bu sebeple sevgisini ve desteğini kaybetmekten sakınması öğretiliyordu..
      ‘Sen şaşkınlık içinde ne yapacağını bilmez bir vaziyette iken sana yol göstermedik  mi?’ Kız çocukları diri diri gömülürken, kırbaçlar altında inlerken Habbablar ,Yasirler, Bilaller; fuhşa zorlanırken kadınlar,sömürürken tefeciler tarafından mazlum insanlar, onların feryatlarını ta yüreğinde hissediyordun. Çünkü Rabbin, yetim duyarlılığı ile yetiştirmişti seni. Gözlerinin önünde yaşanan bu vahşete bir şey yapamamanın verdiği şaşkınlı, ızdırap ve karamsarlıktan dağları kendine mesken edinmiştin. İsmail’ine su arayan Hacer misali, bir çıkış yolu arıyordun mazlumlar için. ‘Rabbin sana verecek, sen de hoşnut olacaksın!’ Evet, aradığın bütün her şeyi, çaresizlerin çaresini, dertlilerin dermanını verecekti Rabbin sana ve bütün insanlığa. Algıları değiştirecek, insanın ufkunu açacak, kula kulluğu değil, yaratana kulluğu öğretecek bir devrimdi bu. Hayatın amacını, insanın fıtratına uygun olarak yeniden dizayn edecekti yaratan.
      ‘Sakın yetime kahretme (onu horlama)! El açıp isteyeni de azarlama!’ Sınırlı olan hayatta sınırsızca biriktiren, fakire vermeyi, yoksulu doyurmayı, malının boşa gitmesi kabul eden materyalist kafalara; “hayır! Onlara verdiğiniz ve onlar için harcadıklarınız boşa gitmez” diyecekti. Fakire verilenin, Rabbe verilen ve karşılığı kat kat alınacak borç olduğunu öğretecekti insanlığa. İnsanların dünya ve dünya malı ile kurduğu ilişkiyi yeniden düzenleyecekti. Fakat kazandıklarını kaybetme korkusuyla bu hatırlatmaya kayıtsız kalanlar, kendi varlığını ve kazandıklarının sebebini, kendisinde görenler, vahye kulaklarını, gözlerini ve kalbilerini kapatacak ve ona karşı çıkacaklardı. Oysa unuttukları ve hatırlamak istemedikleri şey; ‘bu dünya, ahiretin tarlasıydı.’ Fakat onlar bu tarlayı sahiplenmeye kalkarak, yığmayı ve yağmayı kar bilmişlerdi. Yığdığınız malların altında kalmayın ve size hizmet için yaratılan nimetlerin, siz hizmetçisi olmayın çağrısıydı bu..
         İnsan yaşadıklarını, çektiği sıkıntıları, verdiği sözleri unutan bir varlıktır. Bu sebeple ona,‘insan’(unutan) denilmişti. Ve Allah, zikri (Kur’an) vererek insana unuttuklarını, verdiği sözlerini hatırlatıyordu. ‘Rabbinin nimetini anlat da anlat!’  Anlatılmalıydı insana, Rabbinin sınırsızca verdiği ama insanın nerden geldiğini unuttuğu nimetler. Bütün bu nimetlerin teşekkürü, verilen nimetin başkaları ile paylaşılmasından geçer. Nimetin teşekkürü kendi cinsinden olurdu ve vahiy nimetinin teşekkürü de onun en güzel biçimde anlatılmasıyla olacaktı. İnsanlarla iletişim kurarken, insanların maddi durumu, sosyal statüsü belirleyici olmamalıydı. Tebliğde seçkinci olmamalı, zengine, kodamana meylederek, fakirleri göz ardı etmemeliydi tebliğci. Hidayetin sahibi Allah’tı ve onu kime vereceğini en iyi O bilirdi. Tebliğciye düşen insanları kategorize etmeden, onu en güzel biçimde anlatmasıydı. Rabbin nimetini hatırda tutmak, Rabbin nimet olarak verdiği her şeyi (mal,mülk,güç,ilim.. v.s) kulları ile paylaşmaktı. Bu bazen  malını fakirlerle paylaşmaktı, bazen dünyayı sahiplenerek, kendi egemenliğini, zorbaca insanlara kabul ettirmeye çalışan zalimlere, hükümranlığın sadece Allah’a ait olduğunu haykırıp, bunun mücadelesini vermek, mazlumun hakkını talep edip, onu alıncaya kadar mücadeleyi göze alabilmekti. İtaat edilecek otoritenin kim olduğunu bilmek, bildirmek ve onun hâkimiyeti için mücadele vermekti. Yani Rabbin nimetlerine şükür, tesbihi alarak eline, köşelere çekilip, elhamdülillah demek değildir sadece.(Veli KURT- Duha Suresi)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..