Zoru Göze Alamayan Kolaya Ulaşamaz

                               







                                              Zoru Göze Alamayan Kolaya Ulaşamaz
          Mekke; sefahat ve sefaletin tavan, insanlığın taban yaptığı kent. Ezilen ama itirazı bile düşünemeyecek kadar mustazaflaştırılmış insanların yaşadığı coğrafyalardan biriydi Mekke. Ama bir farkla; çünkü bu kent, soylu bir direnişin, kutlu insanını barındırıyordu bağrında. Toplumsal bitmişliği, tükenmişliği gören, yaşanan kokuşmuşluklara itirazı olan, Mekke’nin yetimi Hz. Muhammed'di bu. Tanığı olduğu bunca zulümler, yüreğindeki kıvılcımı yangına dönüştürmüştü. Yaşananlara itirazı vardı, isyan ediyordu ama yapabildiği tek şey, Hıra’nın sessiz ve dingin ortamında, Rabb'inin şefkat ve merhametine sığınmaktı. Fakat bu kaçış değildi, içinde isyanı ve itirazı da barındıran bir duruştu. Vahiy, onun dua ve yakarışlarına Rabbinin cevabıydı. Rotasından çıkmış hayatı, yeniden yaratıcının belirlediği şekle göre dizayn etmenin, kararan vicdanlara ışık olmanın adıydı vahiy. Yani insanı kula kulluktan kurtarıp, yaratıcıya kullukla özgürleştirmesiydi. Bu mücadelenin meş'alesini ise ancak, karanlıktan rahatsız olan, karanlıkta olduğunu hissedenler yakabilirdi.
Onun için “la”  ile atılır, İslama ilk adım. Zulme, ahlaksızlığa, tefeciliğe, fuhşa, tuğyana; “la” demeden, yaşanan zulümlere itiraz ve isyan etmeden kalbe nüfuz etmez iman. Önce reddetmeliydi ki Rabbi ile arasına giren güçleri, teslimiyeti kavi olsun. Ne zaman ki, yaşanan adaletsizlikler, ahlaksızlıklar, mazlumların feryadı, insanın sırtına yük, yüreğine dert olur,  o vakit Allah onun zihnini ve kalbini açar imana. İçindeki putları kırmalı, nefsinin iğvalarından, ayağına takılan prangalardan kurtulmalı ki insan, isyanı da, imanı da ahlaklı olsun. Hissetmediği, yaşamadığı/yaşayamadığı bir hayatın mücadelesini vermek, ahlaklı bir iş değildi. Hissedilmeyen iman hissettirilemezdi. Yüreğe sevgi olarak girmeyen İslam, nefret olarak yansırdı başkalarına ve zulmetmeye, kan dökmeye başlardı din adına. Kolaylaştırıcı ve müjdeleyici İslam, zorlaştırıcı ve nefret ettirici olur, mezhebini, meşrebini din diye dayatırdı insanlara. “Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz?”(Saff:2) İnsan, önce kendi yükünü(nefs) hafifletmeli, gönlünü hayra açmalı ki, toplumunun yükünü hafifletmek için kendinde derman bulsun, hakkı anlatmaya yüzü olsun, öldürmeye gelenler kendinde hayat bulsun. Bu yönüyle ibadetler, çıkılan seferde, Müslümanın gücüne güç katan, kutlu mücadelesinde yükünü hafifleten bir eğitimdi. Yani ibadet, bir yönüyle Allah’a kulluğun/itaatin nişanesi, diğer yönüyle kulluğuna engel her şeye isyanın göstergesi ve eğitimiydi. Bu itibarla namaz, kötülüklere ve kötülere karşı dik duruşu, yalnızca onun büyüklüğü karşında eğilmeyi, onun haricindeki her şeyin karşısında dik durmayı öğretir. Oruç, hayatı; yemek içmek ve cinsellik olarak gören, hayata hayvanca bakan nefse, farklı bir perspektiften bakmayı öğretir. Hac, kıyam merkezi tayin edilen Mekke’de, evrensel küfre karşı, evrensel bir duruşu/başkaldırıyı öğretir insana. Zekât ise, vermeyi değil yığmayı seven nefse, vermeyi öğretir.
          Mekke’de yaşananların yükünü kendi sırtında hissetmesiydi onu büyük yükün altına iten.“Kalk ve uyar.”(Hud:112) emrini hissedişti. Ya da belki şöyle denilmeliydi; büyük insanların hassasiyetleri de büyük olur. Allah, kocaman yüreği ve derdi olanlara yükler büyük sorumlulukları. “Biz bir dağa indirmiş olsaydık o dağ bu sorumluluk altında param parça olurdu”(Haşr:21) Ama Allah; “Her zorlukla beraber, bir kolaylık vardır.”(İnşirah:5)  “Biz bu Kur’an’ı, sana meşakkat verip, mutsuz olasın diye indirmedik.” (Tâhâ:2) de buyuruyor. Bir taraftan mes'uliyetin, sorumluluğun, vahyin ağırlığı, öbür taraftan Rabbin yardım ve ihsanı… Çünkü O, kendisi adına çıkılan seferde; yalnız bırakmaz, dünya ile kuracağı ilişkiyi öğreterek, yükünü hafifletir, yüreğini genişletirdi. Başıboş bırakıldığında ise, kaldıramayacağı yükler altına girerdi. Rabb’e teslim edilmeyen irade, başkalarının elinde oyuncak olmaya mahkumdu. Modern insanın bunalımı, birilerini razı etme, birilerine güzel görünme adına, ‘taksitle’ yaşamaya başladığı hayat değil miydi? Oysa“Göğüs genişletilir mi?" diyen sahabeye, "Evet" diyordu Allah Rasulü. "Bunun alameti nedir?" denildiğinde; "Aldanma diyarına meyletmemek, ebedilik yurduna yönelmek ve gelmezden önce ölüm için hazırlık yapmak" buyuruyordu.
          Şerefi; malda, mülkte, şan ve şöhrette arayan insanın zihnine, bunların geçici ve boş uğraşlar olduğunu kazıyordu vahiy: “Onlar boş işlerle uğraşmaz.”(Mü’minun:3) Tarih, fani olanda şeref arayanların pişmanlıklarıyla doluydu. Nemrutlar, Firavunlar, Mekke’nin zengin kodamanları, zenginliklerinin verdiği itibarla övünüyor, kibirlerinden yanlarına yaklaşılmıyordu. Hani şimdi arkalarından hayırla anan kimleri var? Ama onların yetim, fakir diyerek burun kıvırdıkları peygamber ve arkadaşları, kıyamete kadar hayırla anılacak örnek şahsiyetler olarak insanlığın gönlüne taht kurmuşlardı. Onları bu ağır yükün altına sokan; şan, şöhret tutkusu muydu? Bu da teklif edilmişti onlara, ama onların cevabı, hayırdı. Çünkü onlar, izzetli bir hayat için “la” demişlerdi, onursuz bir hayata. Ve bu duruşun ödenmesi gereken bedelini, sonuna kadar ödemişlerdi.
          Nebevi mücadelenin başlamasıyla düşman olmuştu dostları, akrabaları, hemşehrileri Hz Peygamber’e. Oysa hiç düşmanı olmamıştı o güne kadar Allah Resulü’nün. Ama şimdi, yüzüne kapılar kapanıyor, arkasından iftiralar atılıyordu. Fakat Mekke’de yaşanan bu zorluklar, ilmek ilmek Medine’de kurulacak medeniyetin kaderini örüyordu. Kureyş, O’nun başına ödül koymasaydı, temelleri atılabilir miydi Medine’nin? Mekkeli müşrikler, izini ararlarken Arabistan çöllerinde, O adım adım zafere yol alıyordu. Bütün bu nimetler, sabırla verilen mücadelenin meyveleriydi. Her zorluk, sabredene bahşedilecek kolaylığı da içinde barındırır. “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” Kısacası insan ömrü, iniş ve çıkışlarla doluydu. Hayat; sadece sevinçten müteşekkil değildi, hüzün de vardı, acı da. Önemli olan, çekilen dert ve acıların kim ve ne adına çekildiğiydi...

          İnsandan beklentisi olmayanın, korkusu da yoktur insanlardan. Rabbin rızası üzerine kurulan bir hayat, gelebilecek bütün tehlikelere karşı dik tutar insanı. Zorlukla mücadeleyi göze alamayanların varacağı sonuçtu zillet içinde yaşam. Onurlu ve izzetli bir hayat için verilecek mücadelede, yorulmak yoktu, tatil yoktu, emekli olmak ise, hiç yoktu. Modern dünyanın ürettiği tatil kültürü, daha çok ve daha rahat tüketim fırsatıydı. İnsanı sadece tüketimin nesnesi gibi gören zihniyet, ona tükettiği kadar değer vermiş, ürettiğini tüketebilmesi için tatiller vermişti. Her hafta sonu kapitalizmin kutsak tapınaklarında, huşu içerisinde alış veriş yapanların hayata yüklediği anlamla, Allah’ın “Yorulunca başka bir işe yönel” çağrısıyla yüklediği anlam, iki farklı dünyanın değer yargılarını göstermekteydi. İslam, insanı sadece tüketen değil, tükenmemek için üreten bir varlık olarak görüyordu. Allah, insanı yemek için yaşayan değil, yaşamak için yiyen bir varlık olarak yaratmış, “Her an bir işte olan Allah”a kulluğu ise, Rabbi adına her an bir işte olmakla mümkün kılmıştı. Ama maalesef “Bir işi bitirdiğinde başka işe yönel” diyen bir dinin mensuplarının yaşadığı coğrafyaya, üçüncü dünya ülkeleri denilmektedir. Bu tanımlama her ne kadar sömürge devletlerinin bir tanımlaması olsa da, bu coğrafyaya yapılacak basit bir projeksiyonda bile, görülen şudur: Kültürsüzlük, ahlaksızlık, tembellik, yozlaşma, seviyesizlik... Suçu hep başkasında arama kolaycığı, bize hiçbir şey kazandırmayacaktır.                                                                                               (İnşirah suresi- Veli KURT)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..