TÜKETİM TOPLUMUNDAN TÜKENEN TOPLUMA


                  

              TÜKETİM TOPLUMUNDAN TÜKENEN TOPLUMA...

     
          
       Tüketim kültürü, değer algısını eşya üzerinden kurarak, güç ve iktidar adına yeryüzünü talan etme, mülkü ele geçirme projesinin adıdır. “ Yaşamak için” tüketmenin, “tüketmek için yaşamaya” dönüştüğü, insanın özne olmaktan çıkıp, nesneleştiği bir algı bozulmasıdır. İnsanoğlunun mülkiyetle ilişkisi, hiçbir zaman modern çağdaki kadar karmaşık, kuşatıcı ve zihin çelici olmadı. Aydınlanma çağı ile başlayan insanın cenneti yeryüzünde kurma, yeryüzü hâkimiyetini ele geçirme hayali, tüm çılgınlıkları meşru kıldı. Gelişen teknolojiyle, insan hâkimiyet alanını daha da geliştirdi ve yeryüzünün bütün kaynaklarını sömürme gasp etme yetkisini kendinde görmeye başladı. O artık yeryüzünde tanrının halifesi değil, onun iktidarına göz dikmiş ortağı ve alternatifiydi. Tanrı bu süreçte ya göğe çekilerek insanı “başıboş” bırakacaktı ya da Nietzsche’nin; “Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!” dediği gibi onu öldürecekti.

         Hıristiyanlık bu süreçte tarih sahnesinden silinmeme adına tercihini birinciye yaptı. Bu “var oluşun” bedelini kendini modernizmin hizmetine sunarak ödedi. Afrika’dan milyonlarca zenciyi balık istifi pasiften geçirirken, yarısını okyanusun soğuk sularına gömen insan tacirlerinin zulmüne sessiz kaldı. Beyaz adam, Kızılderilileri katledip, topraklarını gasp ettiğinde de yoktu ortalıkta. Hindistan, Afrika ve diğer ülkelerin kaynakları kurulan yenidünyanın dişlileri arasında kaybolup giderken, geride kalan milyonlarca insanın sefaletini de görmemezlikten geldi. Zorba Batılılar, “Tanrının çocuklarını” katlederken, Kilise yine “üç maymunu” oynadı. Haçlı seferlerinde kilisenin kasasını doldurmak adına girdiği kirli ilişkilere şimdi de var olmak adına giriyordu. Oysa Hz. İsa, Romanın putperest inancına ses çıkarmayan, halkı din adına sömüren Yahudi zihniyetine başkaldırıp, sessiz yığınların sesi olmuştu: “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever ya da birine bağlanıp diğerini hor görür. Siz hem tanrıya hem de paraya kulluk edemezsiniz.”(Matta:6/24) Ama Kilise tercihini paraya/iktidara yaparak başladığı noktaya geri dönmüştü.

       İnsanoğlu kan ve gözyaşı üzerine yeni bir dünya kuruyordu. Kurduğu modern dünyanın en önemli stratejisi, güç ve iktidar adına yeryüzünün tüm kaynaklarının üretime dönüştürülmesiydi. Fakat çok geçmeden kendilerini bekleyen tehlikeyi fark etti. 1914’lü yıllarda Henry Ford’un öncülüğünü yaptığı “seri üretim sistemi” üretimi hızla arttırmış, arz-talep dengesini alt üst etmişti.. Tüketim olmadan üretim stoku ile karşı karşıya kalmak yeni bir buhranın başlangıcıydı. Birinci buhrana sebep olan rekabet ve kaynak bulma mücadelesi dünyayı iki büyük savaşa sürüklemişti.19. yy. sonlarında belirginleşmeye başlayan üretim ve tüketim arasındaki uçuruma dikkat çeken Weber, kurtuluşu bakın nerede arıyordu: “Çağdaş kapitalizmin mantığı içerisinde geleneksel ihtiyaçlarından fazlasına özlem duymadıkları sürece, bireyleri daha fazla çalışmaya yönlendirmek mümkün olmaz. Giderek artan üretime paralel olarak tüketimin de arttırılmasının kapitalizmi tehlikeye sokacağından yeni ihtiyaçların yaratılması gereklidir.” Weber’in vurguladığı ikinci nokta ise; “üretim ve tüketim arasında uyumlu bir denkliğin kendiliğinden ortaya çıkmayacağı için; zevklerin, damak tatlarının, gelenekler değiştirilerek , üretimin hizmetine sokulmasının gerekliliğiydi..”

      Tüketimi özendirmenin en geçerli yolu hızla gelişen kitle iletişim araçlarıydı. Yazılı, görsel medya, çağa ismini veren internet, tüketim toplumunu yönlendirmede ve manipüle etmede kullanılan en önemli araçları olarak emre amadeydi ve tüketicinin davranışlarını yöneterek yeni zevkler ve heyecanlar keşfettirecekti.

       Reklamlarda kullanılan eli yüzü düzgün, gösterişli tipler ve mankenlerle, model insan tipleri oluşturulurken bilinçaltına; önemli insanlarının kullandığı ürünleri kullanmanın kişiyi önemli hale getireceği aldatmacası kazınacaktı. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığına değil, nesnenin ona kazandıracağı statüye bakacaktı. Kişilerin kullandığı eşya ile değer kazandığı bir toplumda, sahip olacağı ürünle aynı ilgi, cazibe ve çekiciliğe kavuşacağı aldatmacası onu tüketimin kucağına itecekti, ama aldığı ürün, servetini yarısını güzellik salonlarına ve kozmetik ürünlerine döken mankenlerin üzerinde durduğu gibi durmayacaktı. İnci gibi dişlerle gülümseyen mankenin kullandığı diş macunu kendi dişlerini leblebiden ancak bir ton daha beyazlattığını, kullandığı şampuanın ise kimseyi duvarlara toslatmadığını görmesi problemdi ama o, problemi kendinde ya da üründe değil, markada arayarak, şansını başka markalarda deneyecekti.

        Tüketim kültürü, yeni ürünlerin ortaya çıkmasıyla birdenbire, insana sahip olduğu ürünün miadının dolduğunu veya onun kalitesiz, hantal, ilkel, işe yaramaz, modası geçmiş, hatırlatır. Bir an önce ondan kurtulmalıdır. Hâlâ "annesinin margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar" dışlanır, eski kafalı, demode kişilikler olur. Eşyanın yenilenmesi ile kişilikler yenilenirken, "almalı mıyım?" sorusunun değil, “hangisini almayalım?" sorusunun muhatabı olan insan dumura uğratılır adeta.

         İtalya da üretilen bir giysi ertesi hafta dünyanın öbür ucundaki kentlerin bilbortlarında ve mağazaların vitrinlerinde yerini alınır. İnsanlar maddi durumuna göre ya markalısını ya da “çakmasını” alarak bu varoluş kervanına katılır ve varlığını hisseder. Sürekli yapay ihtiyaçlar üretilerek tüketicilere dayatıldığı bir toplumda, tüket(e)meyenlerin dışlanacağı, itibarını kaybedeceği korkusu tüketime yeni fırsatlar oluşturur. Bauman’ın işaret ettiği gibi, “ birçok tüketim malı kullanım değerlerini ya da yararlılıklarını kaybettikleri için değil, moda olmaktan çıktığı, sahiplerinin statüsüne gölge düşürdüğü için yenisiyle değiştirilir. Bu statüyü korumak, piyasanın sunduğu değişimlerin gerisinde kalmak açısından büyük bir risktir. Onları elde etmekle kişi sosyal yetkinliği yeniden onaylatmış olur.”

             Tüketim kültürünün İnsan-ı Kâmili, tapınak atmosferini andıran stadyumlarda, bir ibadet coşkusu içinde maçlarını seyretmeli, hafta sonlarında büyükleri ziyaret yerine, ailecek AVM ziyaretleri yapmalıdır. “Alış veriş yapmak” değil, “alış verişe çıkmak” şekline dönüşen gezintiler, vitrin önlerinde geçirilen zamanlar, insanın tekâmülü için kutlu zaman dilimleridir. Sokak oyunlarının unutulup, sibernetik oyunların tutsağı olan, monitör başında gözlerini kırpmadan düşman avlayan çocuklar da Kemalat için sırasını bekleyen yeni sürümlerdir.

            Tüketim toplumu içinde olup biten şey aslında insan ihtiyaçlarının karşılanması değil, maksat üretilen malların elden çıkarılması, onlardan kâr edilmesi temeli üzerine kurulu kapitalist bir sistemin döngüsüdür. Bu nedenle, üretilen ve ihtiyaç hissettirilen eşyalar, sistemin varoluşu adına önemlidir. Modern toplumlarda hangi ihtiyaçların yaratılacağına karar verme yetkisi tüketicide değil, sistemin kurucularındadır. Bu nedenle üretilen mallarla birlikte yeniden inşa edilir; zevkler, inançlar, ideolojiler, kimlikler. İnsanları giydikleri elbiselerin üzerindeki logolarla, yürüyen bilbortlara dönüştüren kapitalizm, bu pazara katkıda bulunduğu sürece ideolojilere, hayat tarzlarına, dini anlayışlara ses çıkarmaz hatta birer renklilik olarak yedekte tutar.

             Yeryüzü artık büyük bir pazar, insanlar ise üretilen şeyleri tüketmeye şartlandırılmış yığınlardır. Tüm sınırlar, gelenekler, inançlar ya bu pazara dâhil olur kendini bu anlayışa göre yeniden dizayn eder, ya da yok olur, silinir gider. Piyasada tutunabilmenin, varlığını sürdürebilmenin yolu sermaye ile kuracağı ilişkiye bağlıdır.
             Kapitalist yeni bir dünya düzeni kurulurken neyin altını oyduğu, neyi tükettiği, nasıl bir dünyanın beklediği kimse tarafından tartışılmaz, çünkü herkes sisteme bir şekilde dâhil edilmiştir. Üretime yeterli katkıda bulunamayan insanlara bile, bir parmak tattırılarak ümit aşılanır, sistemin dışına itilmez. Yeni ürünlere yer açmak için yapılan kampanyalar, taksitli alış verişler, kredi kartları alt gelir guruplarını sisteme dâhil eder. Sunulan fırsatlarla çevrim içi tutulan bireyler artık mutludur. Sistem dışı kalmamak için daha çok çalışmasının, ailedeki çalışan birey sayısının artması gerektiğinin bilincindedir artık. Artan yıllık gelirinden daha hızlı büyüyen ihtiyaçları onu sistemin kulları arasına katar. Kendisinin yaşadığı zorlukları çocuklarına yaşatmak istemeyen ebeveynler, çocuklarını; “adam olsun”  diye değil, “daha çok kazansın” diye okutur. Çünkü kaliteli insan, kaliteli mal tüketendir artık. Ahlaklı, erdemli olmak ise, piyasada karşılığı olmayan boş şeylerdir.

             Anthony  Giddens: “Modernlik, Batı’nın, dünyanın geri kalan kısmını kavrayan pençesinin giderek gevşemesi değil, tam tersine, Batı’da ortaya çıkmış olan kurumların küresel olarak  yaygınlaşmasıdır.” Modern dünyanın icadı olan kapitalizm, dünyayı kocaman bir köye dönüştürür, bütün sınırları kaldırarak “dünya insanını” üretir. İnsanlar artık aynı şeyleri giyen, aynı damak tadına sahip, aynı tarz mekânlarda oturan robotlardır. Tornadan çıkmışçasına tek tip insan, tek tip toplum.. İnsanlarla beraber şehirlerin kimlikleri de kaybolur bu süreçte.

                     Alexis Carrel:“Çağımızın medeniyeti kötü durumdadır, çünkü bu insana uygun değildir. Bu medeniyet insan tabiatına rağmen kurulmuştur” der. Kapitalizmi sadece ihtiyaçların lüks ve israfa yönelerek karşılandığı bir sistem değil, laik ve seküler bir değerler sisteminden kaynaklanan, teknolojik ve ekonomik ilerlemeyi amaç haline getiren bir ideolojidir aynı zamanda. Tüketim kültürüyle cenneti dünyaya indirmeye çalışan kapitalizm, bu ideali uğruna yaptığı işgallerden, nükleer silahlardan, dünyada her gün açlıktan ölen 25 bin çocuğun dramından, günlük doğaya attığı bir milyon tondan fazla zehirli atığın çevreyi ifsadından, 70 yıl içinde tükenmesi muhtemel enerji kaynaklarının ve yer altı zenginliklerinin oluşturacağı kaostan, kısacası diğerlerine yaşattığı cehennemden habersiz gibidir. Sadece hayatın daha iyi nasıl tüketilebileceğini öğretir. “Dini afyon” diyenler artık insanı, tüketimle uyuşturur. Bencilleşen insan sırf kendi arzularının tatmini adına yeryüzünün sınırlı kaynakları sınırsız zevklere kurban ederken, gelecek nesillere nasıl bir dünya bırakacağını hiç düşünmez. Kendi mutluluğu için zayıf olanların ellerinden alınan kaynaklar yüzünden sefaletin pençesinde kıvranan halkların durumu onda vicdani bir problem oluşturmaz.

                 Kent ve sanayi ortamı yeni kıtlıklar yaratır. Zaman, mekân, temiz hava, yeşillik, su, sessizlik artık herkesin kolayca ulaşabileceği nimet olmaktan çıkar. Eskiden doğanın bedava olarak sunduğu ve her zaman kolayca ulaşılabilen nimetler, sanayi toplumuyla birlikte lüks mallar haline gelir. Elinin değdiği şeyi kirletir, bitmeyen hırsları yüzünden. Sanayi artıklarıyla yeryüzünü çöplüğe çeviren, tüm canlının geleceğinin karartan insan, aslında kendi felaketini de hazırlamaktadır ama bunun bile farkında değildir. Artık insan küresel hastalıklarında pençesindedir.

                 Mülkü ele geçirme hedefine kilitlenmiş insan, mülk edinme dışındaki bütün işleri anlamsız bulurken, bu uğurda her şeyi meşrulaştırmaktan çekinmez. Din, dil, tarih, kültür, gelenek gibi değerler, piyasanın kurallarına ve günün gereklerine göre yeniden anlamlandırılarak piyasanın hizmetine sunulur. Bu sürece ayak uyduramayan tüm unsurlar marjinalleştirilerek hayatın dışına itilir. Bireyin tüm yaşamını, “hayatın tek tartışılmaz gerçeği” diye sunulan, “kapitalist hayat biçimi” planlamaya başlar. Bu planlamayı; “ahlaki değerler”, “vicdani sorumluluklar” değil, piyasanın kendi ahlakı belirler. Piyasa, insanın; “varlık sebebi” olan “yaratanın rızasına” değil, yeniden ürettiği “varoluş gayesinin” rıza ve beğenisine bakar..

                  Hiçbir tahlile ve sorgulamaya tabi tutmadan yaşadığımız hayat bizi ve toplumu her gün biraz daha girdabına çekmekte. Kimliklerin ve kişiliklerin büyük bir erozyona uğradığı bir dünyada düşüncelerin savunmasız kaldığı bir dönem yaşanmakta. Bu süreçte, servetle, mülkiyetle kuracağı ilişkiyi kendi inancına göre yeniden oluşturamayan Müslümanlara, Batının ürettiklerini tüketme özgürlüğünden başka ona hiçbir şey kazandırmayacak. A. Müftüoğlu bu durumu şöyle dile getirir: “Kendilerini siyasal-ekonomik-hukuki-kültürel anlamda/alanda sömürgeci modelin kavram ve kurumlarının sınırları içerisine hapseden İslam dünyası toplumlarının, bu modeli yapısöküme uğratarak reddetmedikçe bağımsızlıktan ya da yeni bir medeniyet tasavvurundan söz etmeleri kadar romantik bir saçmalık olamaz.”                          Veli KURT
                                                                                          
                                                                         

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..