HZ. MUSA’DAN HZ. PEYGAMBERE YAHUDİ VE MÜNAFIKLAR...


HZ. MUSA’DAN HZ. PEYGAMBERE YAHUDİ VE MÜNAFIKLAR...

            Yusuf’la başlamıştı İsrail oğullarının Mısır macerası. Kardeşlerinin Yusuf’a tuzağını bir rahmete çevirmiş Yusuf’a iktidar vermişti Rabbi. Sonra o tuzak, kıskanç kardeşlerin Kenan’daki kıtlıktan kurtuluş ümidi olmuştu. Yusuf, kardeşlerini kendine yakışan bir şeklide affetmiş, babaları ile birlikte onları Mısıra davet etmişti. Artık Mısır İsrailoğullarının yeni vatanı idi. Yusuf Mısır’ın sadece ekonomisine değil, inancına da yön vermiş onları şirk batağından kurtarmıştı. Ama zaman statik değildi, iniş ve çıkışlarla doluydu. İsrailoğullarının Mısırdaki konumu zamanla tersine dönmüş, artık Mısır’ın efendileri değil, sığıntısı olmuşlardı: “Hatırlayın ki sizi Firavun’un adamlarından kurtardık. Onlar size işkencenin en kötüsünü revâ görüyorlar, erkek çocuklarınızı boğazlıyor, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bu size reva görülenlerde rabbinizden büyük bir imtihan vardı.”(Bakara:49)

             Hz. Musa böyle bir zaman diliminde açtı gözlerini dünyaya. Bir erkek evlat doğurmanın sevinci yerine korku ve endişe sarmıştı annesinin yüreğini. Yavrusunun gözleri önünde öldürülmesine razı olmayan anne, hazırladığı sepete koyarak yavrusunu Nil’in serin ve derin sularına bırakıvermişti. Firavunun şerrinden koruyamayacağı kuzusunu Rabbine emanet etmişti. Rabbi, gözü yaşlı annenin emanetini almış onu Firavun sarayında kendi düşmanını elleriyle yetiştirmişti…

            Kavminden birisinin Mısırlıyla olan kavgasına karışmış, Mısırlı’yı kazaen öldürmüştü. O şimdi bir kaçaktı. Mısır’dan Medyen’e kaçmış, Hz. Şuayb’a sığınmıştı. Yıllarca yanında kalmış, kızıyla evlenmiş mutlu bir aile kurmuştu. Ama Rabbinin ona yükleyeceği büyük bir yük vardı. Kavmini Firavun’un zulmünden kurtaracak, Filistin diyarına götürecekti. Bir idam mahkûmunun kendi ayaklarıyla Mısır’a girmesi ölümden başka bir şey değildi, ama emir Rabbindendi… İtiraz yoktu, dua ve teslimiyet vardı: “Rabbim! Göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimin düğümünü çöz. Ta ki, sözümü iyi anlasınlar.”(Taha:25/28) Yola çıkarken tek şey istemişti: Ailemden bana bir yardımcı kıl. Kardeşim Harun´la beni kuvvetlendir.(Taha:29-31)

           Yetiştiği saraya adaleti tebliğ için gidiyordu Kardeşi Harun’la. Firavun yıllarca zulmettiği kavmine adaletli davranacak ya da onları serbest bırakacaktı. Firavun duydukları karşısında adeta küçük dilini yutmuştu. Bu nasıl bir cesaretti? Şaşkınlık içinde şöyle diyordu Firavun: “Seni biz küçük bir çocuk olarak alıp aramızda büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirdin.”(Şuara 18) Zalimlerin her zaman gösterdiği klasik bir refleksti bu. Tüm nimetleri kendinden bilirlerdi. İnsanların yaşam hakkını elinde sanırlar, buna itiraz edeni de nankörlükle suçlarlardı. Hz. Musa’nın cevabı çok çarpıcıydı: “Bana karşı lütuf dediğin nimet de, İsrailoğullarını köle kılmandan dolayıdır.”(Şuara:22)

           Firavun, Musa’yı kendi silahıyla vurmayı denemişti. Madem peygamberdi mucizeler göstermeliydi. Musa’yı sihirbazlarıyla bir düelloya davet etti. Tüm halkı davet edecek, onların gözleri önünde Musa’yı rezil edecekti. Ama olmadı. Sihirbazlar, Hz. Musa’nın sihirbaz olmadığını anlamışlar ve bu apaçık mucize karşısında secdeye kapanarak: "Âlemlerin Rabbine iman ettik" (Şuara:47) demişlerdi... Firavun çılgına dönmüştü: “Ben size izin vermeden Allah'a, Mûsâ'nın peygamberliğine iman edersiniz ha! Bu bir hiledir. Bu şehrin ahalisini buradan çıkarmak için, şehirde sinsice hazırladığınız bir tuzaktır. Yakında başınıza gelecekleri göreceksiniz." dedi.(Araf:123) İman etmek bile Firavun’un iznine tabiydi.

           Firavun ne iman ediyor ne zulmünden vazgeçiyordu. Hz. Musa ve kavmine hicretten başka çare kalmamıştı ama Firavun buna da izin vermiyordu. Vakit İsrailoğulları için göç vaktiydi. Ve bir gece gizlice Hz. Musa kavmiyle birlikte hürriyet ve özgürlüğe doğru yola çıktı. Ama Firavunun hiçte niyeti yoktu İsrailoğullarını bırakmaya.  Ordusuyla onları takip etmiş, Kızıldeniz kıyılarında yakalamıştı. İsrailoğulları büyük bir imtihanla karşı karşıyaydı. Önlerinde Kızıldeniz, arkalarında Firavunun ordusu… Rabbin izniyle İsrailoğullarının özgürlük yürüyüşünün önünde kimse duramayacaktı. Kızıldeniz yarılmış, İsrailoğullarına yol olmuş, bunu göremeyen firavun ve askerlerine ise ecel olmuştu.

             Hz. Musa ve İsariloğulları için artık yeni bir sayfa açılıyordu ama belki de Hz. Musa’nın asıl imtihanı şimdi başlıyordu. Yüzyıllar süren Mısır esareti, kavmini kişiliksiz, karaktersiz, dönek ve yüreksiz yapmıştı. İstikametlerini va’dedilmiş topraklara çevirmişlerdi ama bu kavimle oraya ulaşmak zor görünüyordu. Yolda başlamışlardı itaatsizliklerine. “Ve sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik ve “Verdiğimiz güzel nimetlerden yiyiniz.” Hakikatte onlar bize değil, kendilerine kötülük ediyorlardı.(Bakara:57) Ama onlar nankörlük ederek: “Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe elbette dayanamayız. Rabbine dua et de bizim için yerde yetişen sarımsak, sebze, acur, mercimek, soğan bitirsin, demiştiniz, Musa da; siz bayağı olan şeyle hayırlı olanı değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyleyse (Mısır’a) dönün, orada istediğiniz şeyler vardır, demişti”. (Bakara:61)

          Her şeye rağmen yolculuk devam ediyordu ama İsrailoğullarının aklı hala Mısır’daydı. Şimdide Mısır’dan kalan bir alışkanlıkları depreşmişti: Ve İsrailoğullarının denizden geçmelerini sağladık? Derken bir kavme vardılar ki, onlar, kendilerine mahsus bir takım putlara tapıyorlardı. Dediler ki; Ey Musa! Onların tanrıları gibi, sen de bize bir tanrı yap! Musa da onlara dedi ki: Siz gerçekten cahillik eden bir kavimsiniz.(Araf:138) Hz. Musa Tur dağına çıkmıştı kavmini kardeşi Harun’a emanet ederek. Fakat döndüğünde ne görsün? Kavmi Harun’a rağmen puta tapmaya başlamıştı: “Tur’a giden Mûsâ’nın arkasından kavmi, ziynet eşyalarından, böğürebilen bir buzağı heykelini tanrı edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyordu! Onu tanrı olarak benimsediler ve zulmettiler.”(Araf:148) Sonra pişman olmuş af dilemişlerdi, Allah da onları affetmişti.

      Yahudi zihninin nasıl işlediğinin en çarpıcı örneği ise şüphesiz “inek kıssası” idi. Bir cinayet sebebi dolayısıyla Hz. Musa kavminden bir inek kesmelerini emretmişti. “Bir zaman Mûsâ kavmine, "Allah size bir inek kesmenizi emrediyor" demiş; onlar da "Bizimle alay mı ediyorsun!" demişlerdi. Mûsâ, "Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım!" dedi.” (Bakara:67) Hz. Musa’nın bu konuda tavrının net olduğunu görünce işi yokuşa sürmüşler, önce nasıl bir inek olacağı konusunda açıklama istemişler, arkasından rengini sorgulamışlar, ardında da ineğin niteliğini hakkında bilgi istemişlerdi. Oysa iman teslimiyetti, pazarlığın konusu olmazdı. Allah onların niyetlerini şöyle açığa vuracaktı: "…İşte şimdi doğrusunu anlattın" dediler ve ineği (bulup) kestiler, ama az daha yapmayacaklardı.(Bakara:71)

             İsrailoğullarında problem bitmezdi. Şimdi ise “korkaklıklarıyla” imtihan oluyorlardı. Va’dedilen topraklara kadar gelmişlerdi ama oraya girme konusunda ayak diretiyorlardı: Dediler ki: "Ey Musa, orda zorba bir kavim vardır, onlar oradan çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz." (Maide:22) Ve Peygamberlerine şöyle demişlerdi: "Ey Musa, biz, orda onlar durduğu sürece hiç bir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada bekleyeceğiz." (Maide:22)

          Hz. Musa için bardağı taşıran son damlaydı bu. Firavun’un zulmünden kurtardığı kavmi yol boyu yapmadıkları sapkınlık, ahlaksızlık, nankörlük, pazarlık kalmamıştı. Ama Peygamberlerine karşı son yaptıklarıyla artık kendilerinden “salih bir toplum” çıkmayacağını net bir şekilde ortaya koymuşlardı. Ve Hz Musa şöyle dua edecekti: "Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Bizimle fasıklar topluluğunun arasını ayır." dedi. (Allah) "Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde 'şaşkınca dönüp-dolaşıp duracaklar. Sen de o fasıklar topluluğuna karşı üzülme" dedi.  (Maide:25-26)      


               Zaman, mekân ve kişiler değişse de konu insana dair olunca çoğu şey değişmiyordu. Bu yönüyle Hz. Musa’nın mücadelesi, Hz. Peygamberin mücadelesine çok benziyordu. Her ikisin yaşadıkları da iki evreden oluşuyordu. Mısır’da gücü elinde bulunduran, erkeklerini öldürüp kadınlarını köleleştiren, inançlarına müdahale eden, yeryüzünü kendi egemenlik alanı zanneden Firavun vardı. Mekke’de ise, insanları köleleştiren, kız çocuklarını diri diri gömen, yonttuğu putlara tapan, itiraz edenlere olmadık işkenceler yapan Müşrikler vardı. Bu zulme karşı ses veren Hz. Musa’ya sihirbaz muamelesi yapmıştı Firavun. Onun taklitleri de Mekke’de Hz. Muhammed’in Kur’an mucizesi karşısında aciz kalmış ve ona “Mecnun” demişlerdi.

             Firavun, ölüm ya da zillet içerisinde yaşamaktan başka seçenek tanımıyordu İsrailoğullarına. Hz. Musa kavmini de alıp Mısır’ı terk ettiğinde peşine takılarak Kızıldeniz’e kadar takip etmişti. İnançlarını yaşamalarına izin vermediği gibi hicret etmelerine de izin vermiyordu Firavun. Hicret demek otoritesine isyan demekti. Mekkeliler farklı mıydı? Hz. Peygamber, zulmünden kurtulmak için Taife sığınmak istemiş ama orada da rahat bırakmamış, taşlatmışlardı onu. Habeşistan’a göndermişti kendine inananların bir kısmını ama onlar geri almak için arkalarından gitmişlerdi. Medine’ye göç etmek istiyorlardı şimdi ama ona da izin vermiyorlardı. Onlar gibi inanmayana hayat hakkı yoktu. Mallarını mülklerini geride bırakarak gizli gizli kaçmışlardı Medine’ye. Hicret etmişlerdi zor zahmet ama Medine’de de yakalarını bırakmamışlar, peş peşe açtıkları savaşlarla yok etmek istemişlerdi. Ama olmadı, başaramadılar. Firavunu bekleyen kader onları da beklemekteydi. Hz Musa kıssası ile Firavunların neler yaptıkları, yapabilecekleri anlatılmış ve acı sonlarıyla inananlara zafer müjdelenmişti. Öyle de olmuş, bir kısmı Bedir’de bir kısmı diğer savaşlarda öldürülmüş, kalanları ise boyun eğmek zorunda kalmıştı.

            Firavun ve avenesinin helakından sonra Hz. Mûsâ’nın imtihanı kavmiyle devam etmişti. Hz. Mûsâ kıssası içindeki birçok ibretlik olaylar, adeta Hz. Peygamber ve ashabın verdiği mücadelenin de bir tür fotoğrafı gibiydi. Hz. Musa’nın Firavun karşısındaki mücadelesi tevhid ekseninde yoğunlaşırken; Mısır çıkışından sonra kavminin; ahde vefasızlık, isyan, fitne, fesat, nankörlük, hakkı gizlemek gibi ahlaki zafiyetleriyle uğraşmak zorunda kalmıştı. Hz. Peygamber’de Hicret öncesi Mekke’nin eşrafıyla tevhid-şirk eksenli mücadele verirken, Hicret sonrasının gündemini Yahudiler ve onların işbirlikçisi münafıkların gayri ahlaki davranışları belirlemişti. Mısır’da Firavun’un zulmü altında ezilen halk, va’dedilen topraklara giderken Peygamberlerine olmadık fitneyi, fesadı, azgınlığı, nankörlüğü göstererek zalim bir topluma dönüşmüşlerdi. Mısır’da şirkin tevhidle olan “açık savaşı” şimdi şirkin tevhidle yaptığı “sinsi savaşına” dönüşmüştü. Sanki tarih tekerrür ediyordu. Yüzyıllar sonra aynı problemlerle yüz yüzeydi Hz. Peygamber. Dün atalarının Peygamberlerine yaptıklarını bugün torunları yapıyordu Hz. Peygambere…

             Medine’ye geldiğinde Yahudiler kendilerine ait özel kitap istemişlerdi Hz. Peygamberden. Kendilerini özel görüyor ve özel davranılmasını istiyorlardı. Allah şöyle diyecekti onların bu tavrına: Kitap Ehli, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Musa'dan daha büyüğünü istemişlerdi. Demişlerdi ki: "Bize Allah'ı açıkça göster." Zulümlerinden dolayı onları yıldırım çarpmıştı. Ardından kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, buzağıyı (ilah) edinmişlerdi…”(Nisa:153)

          Sadece Yahudiler miydi problem çıkaranlar? Hayır, Yahudilerin etkisinde kalan, onların dolduruşuna gelen, imanın kalplerinde yer tutmadığı münafıklar da vardı.  Tıpkı Yahudilerin peygamberlerine yaptıklarını onlarda Hz. Peygambere yapıyorlardı. Oysa Kur’an, “Yahudileşmeyin, gazaba uğrarsınız” diye uyarıyordu kendilerini. Ama onlar bu uyarıya kulak vermemiş, Peygamberi üzmüş, Müslümanları birçok defa zora sokmuşlardı. Uhud’da “bizi bile bile ölüme götürüyor” diye Müslümanları yarı yolda bırakmışlar, Tebük savaşına katılmamak için türlü türlü mazeretler uydurmuşlardı. “Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada bekleyeceğiz”  diyen Yahudilerle ne kadar da birbirine benzemişlerdi.

             İman kişiye bir kimlik ve şahsiyet kazandırdığında gerçek imana dönüşür. Eğer bu kimlik oluşmamışsa neye, nasıl tepki vereceği belli olmaz, iman menfaate endeksli hale gelirdi. Oysa imanın pazarlığı olmazdı. İman, sadakat güven ve teslimiyet demekti. Yahudiler imanı “kar-zarar dengesi” olarak algılamış, bu da onları kişiliksiz ve karaktersiz yapmıştı. Hz Musa üzerinden Allah’la girdikleri sıkı pazarlıklar hep aleyhlerine sonuçlanmış ama onlar bozuntuya vermeden tavırlarını bir “takva göstergesiymiş” gibi sunmuşlardı. Bu durumu Medine’deki bir takım insanlarda da görecektik. Müslüman olmalarını bile güç dengelerinin belirlediği bu insanlar, her zaman kendilerine yontan, fitne ve fesada yatkın tavrıyla sürekli potansiyel tehlike olmuşlardı. Savaşta risk varsa ortada görünmezlerdi ama riski az, ganimeti fazla ise en ön sıralarda olurlardı. Her ofsayda düştüklerinde de Yahudiler gibi özür ve af dilemeye hazırlardı. Ama bu özürleri kalplerine hiç ulaşmaz hep dillerinde kalırdı. Öyle anlaşılıyordu ki Yahudi ve Münafık cephesinde değişen bir şey yoktu…


                                                                                                                       (Veli KURT-18.05.2020)


Yorumlar

  1. Kuran'ı anlama ve anladıklarını paylaşma çabanı takdirle karşılıyorum Veli ağabey.... İnşallah bu çalışmalarını bir kitap hâline getirirsin. Yazılarından (öncekiler) büyük bir bölümü okudum. Fakat yazılar ile alakalı yorum yapabilme bilgi ve birikimi kendimde göremiyorum. Bu yüzden sessiz okumalarla geçiştiriyorum. Hakkini helal et.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

TARİKAT, “YOLA GELMEK” MİDİR, “YOLUNU BULMAK” MIDIR…?

MAHŞERİN DÖRT ATLISI..