İKİ DÜNYA, İKİ İNSAN: HABİL VE KABİL…


                                    İKİ DÜNYA, İKİ İNSAN: HABİL VE KABİL… 

              "Onlara ‘Rabbiniz ne indirdi?’ denildiği zaman, 'öncekilerin masalları' dediler.” (Nahl:24) Evet, ortada anlatılan bir hikaye hatta hikayeler vardı ama  bunlar "masal" değildi. Bu anlatılanların masal olması için insan geçmişle bağını koparması lazım. Bu mümkün mü? İnsanoğlunun bugünü ve yarını, dünden bağımsız olabilir mi? “Tarih tekerrürden ibarettir” demişler. Bir tekerrürden bahsediliyorsa, yaşananların ve yaşanacakların mutlaka geçmişle bir bağının olacağı muhakkaktır.  Kur’an kıssalarına, “geçmişin masalı” diyen bir anlayış, insanın geçmişle olan bağını koparan, “geçmiş geçmişte kalmıştır” diyen bir zihnin ürünüdür. İnsan geçmişten bağımsız olarak geleceği inşa edemez çünkü sürekli sıfıra dönmek zorunda kalır. Oysa tekemmül, geçmişin tecrübeleriyle geleceğe atılan adımlardır. Dolayısıyla "şu an" ve "gelecek", geçmişin üzerine kurulur. Dolayısıyla zaman, mekân ve kullanılan araçlar değişse de, insanı insan yapan temel değerler, fıtratında taşıdığı duygular, zaaflar, temel istek ve arzular hep aynı kalır.

          Âdem’in, çocuklarının ve diğer peygamberlerin hikayeleri aslında hep insanoğlunun şimdi ve gelecekteki hayat hikayelerdir. Sahne ve kahramanlar değişse de sebep ve sonuçlar hep aynı olacaktır. Dolayısıyla Habil ve Kabil’in kıssası sadece Âdemin iki oğlunun kıssası değil, aynı zamanda bizim hikâyemizdir. Hep bizi anlatır, kıyamete kadar da bizi anlatacaktır. Çünkü insanın ruhunu oluşturan şeyler (sevgi, nefret, bencil, cömert, tevazu, kibir…) dünde, bugünde, yarında hep aynıdır ve aynı kalacaktır.

          Habil ve Kabil iki dünya görüşünün adıdır. Habil ve Kabil, iki farklı zihni, karakteri ve vicdanı temsil eder. Bunlardan hangisinde kendimizi buluyorsak bu bizim hangi dünyaya ait olduğumuzun ipuçlarını verir. Hayatta yapılan tercihler bizim hikâyedeki yerimizi belirler. Belirlediğimiz taraf eğer Allah’ın tarafı ise desteklenir ve yardım edilir. Eğer tercih şeytanın tarafına yapılmış ise uyarılır ve cezalandırılır. Yani insanlık tarihinde flu/renksiz alan yoktur. Hak ve Batıl vardır. Ve insan rengini yaşam tercihiyle ortaya koyar.

         Habil, basit bir cinayetin mağduru değildir. Ortada Kabil’in hayatını belirleyen dünya görüşü ile Habil’in tercih ettiği dünya görüşünün savaşı vardır. Kabil’in tercih ettiği dünya görüşü ona, kardeşi de olsa öldürebileceğinin meşruiyetini vermiştir. Cinayet kendiliğinden değil, taammüden gelişmişti. Yani Kabil kardeşini önce zihninde öldürmüştü. Onu öldüremeseydi bile zihninde onu öldürebilme potansiyeline ulaşmıştı. Çünkü kendi rahatı ve huzuru için diğerinin yok edebilecek bir hayat felsefesini tercih etmişti. Artık Habil’i öldürmeden ona huzur yoktu.

            Kabil’e kardeşini öldürten haleti ruhiyeyi anlayabilmek için olaydan daha çok olgulara bakmak lazım. Kıssanın içinde bunun ipuçlarını vardı: “Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini doğru olarak anlat: Yakınlık için birer kurban sunmuşlardı da birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti.(Kardeşine) “Seni öldüreceğim” demişti. (Habil) “Allah ancak korunanlardan/sakınanlardan kabul eder” demiş ve eklemişti: Beni öldürmek için el kaldırsan da, ben sana öldürmek için el kaldırmayacağım; çünkü Âlemlerin rabbi Allah’tan korkarım. Dilerim hem benim günahlarımı hem kendi günahlarını yüklenir, Cehennem halkından olursun; zalimlerin cezası budur.” Derken, benliği kendisine kardeşini öldürmeyi kolaylaştırdı da, onu öldürdü; yitirmişlerden oldu. Allah, kardeşinin bedenini nasıl gömeceğini göstermek üzere ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. “Kardeşimin bedenini gömmekte bu karga kadar acizim, ha?” dedi.
O artık pişmanlığa düşenlerden olmuştu.” (Maide:27-31).

             Hikâyenin kahramanı Âdem’in iki oğlu (belki de iki Âdemoğlu)dur. İkisi de Rabb’lerine kurban sunmuşlardı ama birinin kabul edilmiş, diğerinin ki reddedilmişti. Neden? Önce şunu anlamak lazım, bir insan niçin kurban sunar ve kurban neden kabul edilir ya da edilmez. Kurban, yaklaşmak, yakınlaşmak anlamına gelir. O zaman ikisinin de yakınlaşmak istedikleri bir inancı/rabbi var. O halde problem yaklaşmakla ilgili değil, yaklaşmanın şekliyle ilgiliydi. Çünkü ikisinin de kurbanı vardı ama birinin ki kabul edilmişti. Dolayısıyla cinayetin görünen sebebi olan bu olgu iyi anlaşılmalıydı. Eğer yaklaşmak adına bir fiil gerçekleştirilmek isteniyorsa onun şekil ve amacını biz değil, O belirler: “Allah'a kurbanlarınızın ne etleri, ne de kanları ulaşır; O'na ancak sizin erdemli davranışınız ulaşır…”(Hacc:37)  Usul belliydi ama Kabil ona uymamış, usulü/dini kendisi belirlemeye kalkmıştı. Kurbanla "erdem"in bağını koparmış, ibadetin amacını, “yaklaşmaktan” çıkararak, “yaklaşıyormuş gibi” yapmaya dönüştürmüştü. Kabil, kurban emrini yerine getirmişti ama yaptığı eylem/amel onu Rabb'e yaklaştırmak yerine ondan uzaklaştırmıştı. Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyilik değildir. Lakin iyilik Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, kendisi sevdiği halde yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya mal harcayan, namaz kılan, zekât veren ve sözleştiklerinde sözlerine vefa gösterenler ile zorda, darda ve savaş anında sabredenlerdir. Dosdoğru olanlar, takva sahibi olanlardır.” (Bakara:177)

            İbadet, kulun Rabb'e teşekkürü olmanın yanında, mülkün sahibini tanıyarak, O’nunla kuracağı ilişkide yine onun belirlediği yasalara boyun eğmeyi de ifade eder. Bunlardan biri olmadığında ibadetler, içi boşaltılmış ritüellere dönüşür. Yani ibadetle kişi, Rabb'le bir bağ kurar ve bu bağ ise hayatın akışını belirler. Oysa Kabil kurbanını sunarken, “çalıştım, çabaladım, kazandım, tasarruf hakkı da bana aittir, istediğimi ve istediğim kadarını veririm, iyi ve kötüyü ben belirlerim” diyordu. Bu insanın “mülke göz dikmesi”, mülkle “Malik’il mülkün” arasını koparması demekti. Sahte kulluklar insanı olgunlaştırmaz onu “gösteriş dindarı” yapar. Oysa kişiyi olgunlaştırmayan kulluk, potansiyel Kabilleri içinde besler.

          Kabil’in ilk düğmeyi yanlış iliklemesi hatalar zincirine sebep olmuştu. Şimdi de egoist tavrı onu “hatasız” kıldığı için hatanın sebebini başka yerde aramasına sebep olacaktı. Oysa bu özellik Âdem'in değil, onun ayağını kaydıran İblis’in özelliğiydi. Âdem insani bir zaafiyetine yenilerek hata yapmıştı ama İblis’in çeldiriciliğini bahane ederek, “onun yüzünden” dememişti. Böyle bir savunma hem kendisine hakaret olur, hem de kendini İblisleştirirdi. İblis’in isyan sürecini tetikleyen şey  “hatayı başkasında arama” asiliği değil miydi? Âdem, hatayı kendinden bilerek irade sahibi olduğunun altını çizmiş, tercihini “insan” olmaya yapmıştı. Ama Kabil bundan ders çıkarmamış, kurbanın reddedilmesini kendi “arsızlığına” değil, babasının Habil’e olan düşkünlüğüne vermişti. Yaptığı bu hasetle Şeytan’a paçasını bir daha kaptırmıştı.

           İblis tutmuştu bir kere paçasından, vazgeçmezdi kolay kolay. Ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi haset de iyilikleri öyle yok eder”, der Hz. Peygamber. “Kardeşini öldürmeden rahat yüzü yoktu artık ona bu dünyada.” İnsana “yaptıklarını süslü gösteren” Şeytan, cinayete de sebepler bulur, psikolojik olarak hazırlardı. Öyle de olmuştu. Habil’i tuzak kurduğu yere çekerek tasarladığı cinayeti fiilen gerçekleştirmişti. Kabil artık bir katildi. Hem de yeryüzünün ilk katili... Şimdi bir hayatı karartan kara vicdanı, fayda vermeyen pişmanlıklar içinde boğuşuyordu. Melekler, “kan dökücü birini mi yaratacaksın” demişlerdi babası yaratıldığında. Âdem, “Esma”ları sayarak, mahlûkatla kuracağı ilişkinin yönünü/kıblesini Allah'a çevirmişti. Bu duruşu onu halife yapmıştı yeryüzüne. Ama insan, “unutan” bir varlıktı. Varoluş sebebini hatırlatan vahiyle bağını kopardıkça unutur, hata ederdi. Kabil’de unutmuş, Rabbiyle bir anlığına da olsa kopardığı bağ onu katil yapmıştı. Hem de kardeşinin cesedini ne yapacağını bile bilemeyen sadece anını düşünen sefil bir katil.

           Madalyonun diğer yüzünde, kurbanı kabul edilen Habil vardı. Varlıkla kurduğu ilişkinin doğruluğu test edilmiş ve kazanmıştı. Çünkü o, kendisini ve varlığı yaratanın kim olduğunu bildiği kadar varlıkla yaratıcısına rağmen bir ilişki kurulamayacağını da biliyordu. Kendine verilen mülkle mülkün sahibine kafa tutmamış bilakis malı ona bir yaklaşma (kurban)vesilesi kılmıştı. Bu bilinçle kurbanı bir “yakınlaşma” vesilesi olarak görmüş, kurban için sahip olduklarının en güzelini seçmişti. Çünkü kurban, sadece bir ritüel olarak değil, sağlam bir bağın ve derin bir muhabbetin vesilesiydi.

          Zorba değildi ve kendisine yapılanlara karşı sabırlıydı. Zulme zulümle cevap vermek onun karakterinde yoktu. Bir insanı öldürmenin tüm âlemi öldürmek olduğunun bilincindeydi. Bunun için, kardeşinin, “seni öldüreceğim” sözüne, “sen beni öldürmeye kalkışsan da ben sana el kaldırmayacağım” diyerek varlığa olan saygısını göstermişti. Kavganın bir parçası olmayı, mazlum olmaya tercih ederek, karşılığı yaratandan beklemişti. Bu tavrı ile “dünya için değmez kavgaya” diyordu adeta. Canını almaya gelene Habil, “hayat” sunma peşindeydi. Savaşmadığı ve çatışmadığı için kardeşine “vicdan azabı” olmuştu. Oysa savaşarak ölseydi katilinin vicdanı sızlamayacaktı. Kardeşine elini bile kaldırmayacağını söylemesi onun korkaklığının değil, cesaretinin en büyük gösterisiydi. Mazlumiyeti ile ölümü bile bir mesaj olmuştu yeryüzünün tüm mazlum insanlarına. Mazlumiyet bazen dünyanın en güçlü silahı olurdu. “Nefsi müdafaa” yerine o bunu tercih etmişti.

           Evet, karşımızda iki insan tipolojisi vardı. Yeryüzünün ilk sakinlerinden olmalarına rağmen, kıyamete kadar değişmeyecek iki insan karakteri. Kahramanlar değişse de olay ve olgu hiç değişmeyecekti. Bir tarafta, mülkü sahiplenen/ maddeci, kendi mutluluğu için diğerine hayat hakkı tanımayan, bencil, cimri, sadist, saldırgan, kıskanç, fesat, gösteriş dindarı Kabil... Diğer tarafta ise, hayatın amacını kulluk olarak kodlamış, önceliğini Rabbinin rızasına vermiş, O’nunla arasına girecek her şeyi terk etmiş Habil… 

              Dünyaya gözlerini açan her çocukta Habil yeniden doğar. “Biz insanı güzel bir yaratılışla yarattık.” (Tin:4) Onu keşfetmek, büyütmek ve yaşatmak insanca yaşayabilmenin gereğidir. Eğer İçimizdeki Habil’i ortaya çıkartıp, büyütmezsek Kabillere ortam hazırlamış oluruz. İçimizdeki Habiller öldükçe, hükmedebilmek için, ezen, sömüren, elindeki güçle başkasının hayatının karartabilen sapkın duygular normalleşir, Kabillere fırsatlar doğar. Kabil’e yapılan her tercih, Habil’in kanına ortak, neslin ve toprağın bozulmasına sebep olur.

         O halde bireyin, toplumun ve hatta yeryüzünün huzuru adına çıkan/çıkabilecek problemlere karşı, Kabil’ce çözümler üretmek yerine, Habil’ce çözümler üretmeliyiz. Bilmeliyiz ki, Allah, Kabil gibi “takvasız” kulluk edenlerin “kurbanlarını” yani kulluklarını/ibadetlerini kabul etmez. Habil gibi “muttaki” olanların “kurbanlarını” yani kulluklarını/ibadetlerini kabul eder..Veli KURT (01.05.2020)

Yorumlar

  1. Allah razı olsun değerli hocam. Kaleminize sağlık. Kabil ile Habil sadece iki taraf değil iki fikir ve anlayıştır da diyebilir miyiz?

    YanıtlaSil
  2. Harika bir yaklaşım, çaplı bir açılım, iyi bir kavramsallaştırma... Daha önce duyduğum Musa da içimizde Firavun da çizgisinde anlamlı ifadeler.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

GADRE UĞRAYAN KADİR..!

FIRAT’IN SUYU SOĞUK AKAR