Göklerin ve Yerin Mülkü Allah'ındır-2
Göklerin ve Yerin Mülkü Allah'ındır-2
Tevhid mücadelesinin ilk suresi Alak’ta şöyle
tarif eder insanı, Âlemlerin Rabbi ve yaratıcısı olan Allah:“
Gerçek şu ki, insan kendini yeterli görerek azar.” Bu tarifin tipik bir
örneğidir, Ebu Cehil:“Namaz kılarken bir kulu menedeni gördün mü? (Alak: 9-10) Kâbe’nin Rabbine
inanmasına rağmen Hz. Peygamberin namazına karşı çıkıyordu, çünkü cahiliyenin,
ibadeti ritüellere indirgeyen anlayışı, “hayır! İtaat ve ibadet bir bütündür” denilerek
yerle bir ediliyordu. Din, mabetten çıkarılarak çarşıya, pazara hâkim kılınırken,
namaz; Rabbe verilen akdin, “günde beş kez” tazelendiği bir bağa dönüştürülüyordu.
Tevhidi mücadelenin başlamasıyla;“Nimet
içinde yüzen o yalancıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver,” (Müzzemmil:11) diye hitap edilen Mekke müstekbirleri sahnede yerlerini almaya başlamıştı. Daha
ilk ayetlerde mülkün sahibinin kim olduğu bildirilerek, servet azgınlarına
hesap günü hatırlatılır:“Tek olarak yaratıp, kendisine geniş
servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim, (nimetleri önüne) serdikçe
serdiğim o kimseyi bana bırak! Üstelik o (nimetlerimi) daha da arttırmamı
umuyor. Asla! Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır. Velid b. Muğire, gelen dinin sistemlerinin geleceği açısından tehlikesini fark
etmiş;“başlamadan bitirilmeli” diye kararını
vermişti: “O,düşündü taşındı, ölçtü biçti. Canı çıkası, ne biçim ölçtü biçti!
Sonra, canı çıkası tekrar (ölçtü biçti); nasıl ölçtü biçtiyse. Sonra baktı,
kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra, kibrini yenemeyip sırt çevirdi de: Bu,olsa
olsa nakledilen bir sihir,insan sözünden başka bir şey değildir.”(Müddessir:11-25)
Aynı zihin dünyasına
sahip olanların ortak özellikleri şöyle dile getiriliyordu:“Günahkârlara:
Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? diye sorarlar. Onlar: Biz namaz kılanlardan
değildik, Yoksulu doyurmuyorduk, Bâtıla dalanlarla birlikte dalıyor, ceza
gününü yalan sayıyorduk, Sonunda bize ölüm geldi.” (Müddessir:41-47)
Şirkin, gökteki tanrıların çokluğu değil;
yerdeki putların çokluğu olduğunu öğreten İslam, putları devirirken yeni putlar yontmadan,
makyevelist, pragmatist, ve ikircikli tavırları olmayan, temel ilkelerini hak
ve adalet üzerine inşa eden bir sistem kuruyordu.. Müşrikler, önce uzlaşmanın yollarını
aradılar. Yapılan teklif, tarihin en etkili silahıydı; servet, kadın ve
iktidar. Ama elinin tersiyle itivermişti Hz. Peygamber. Çünkü o sınırlı olana değil,
sınırların sahibine güveniyordu. Bu özgüvenle haykırıyordu Mekkeli müşriklerin
mağrur yüzlerine;“ bir elime ayı,diğer elime güneşi verseniz vaz geçmem davamdan...” Mekke’nin Müstekbirleri
anlamışlardı, nasıl bir güç ve irade ile karşı karşıya olduklarını. Hissediyorlardı
çıkacak fırtınanın Mekke’de kurdukları sömürü düzenin temellerini çatırdatacağını. Duyuyor ve sarsılıyorlardı Allah Resulünün, bir avuç Müslümanla , ‘sizin dininiz size, benim dinim bana’ (109:6) diyerek meydan okuyuşlarını. Çünkü
Onlar, günde beş defa; ” sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım beklerim” kültürüyle yoğruluyorlardı..
Biliyorlardı
onlar uzlaşmanın; “kendine ve davasına güveni olmayanların güç karşısında
eğilmesi” demek olduğunu. Ve yine biliyorlardı; bireysel değişimini
tamamlamadan toplumu değiştirmeye çalışanların; kısa yoldan başarı sağlama, bedel
ödemeden sonuç alma girişimlerinin sonuca ulaşmadan “başlangıcı noktasını” kaybedeceğini.
Yaratıcının yöntemini belirlemediği bir mücadele; O’nun adını kullanan, dini rant
aracı haline dönüştüren istismarcıların elinde yozlaşarak aslını yitirirdi
çünkü. Hz. Peygamber, Utbe b. Rebia örneği
üzerinden zengin ama düşük ahlak sahibi insanlara yaklaşılmaması konusunda
şöyle uyarılıyordu. “Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan,
durmadan lâf taşıyan, iyiliği engelleyen, mütecaviz, günaha alışmış, kaba ve
haşin, bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları
vardır diye, sakın boyun eğme.” (Kalem:
11-15)
Ve korktukları başlarına gelmişti…
Söylemi de, stratejisi de netti. “Büyüyelim, sisteme sızalım, iktidarı ele
geçirelim, ekonomik güce sahip olalım, sonra yavaş yavaş değiştiririz” demiyor,
onların gücüne prim vermiyordu. Daha ilk ayetlerde güzergâhı çizilmişti. Mülkün
sahibi, mülküne ortak olmak isteyenlerle pazarlığı yasaklanmış, halkını
sömüren, zenginliği ile toplumu ifsada sürükleyen müstekbirlere savaş açılmıştı.
Onların ıslahı toplumun ıslahı ve mutluluğu demekti. Yeni durumu ranta tahvil etmeye çalışarak, “İnanırsam bana ne var” diyen Ebu Leheb’e:
“Herkese ne varsa sana da o var” denilerek, konulacak tavrın
altı kalınca çizilmişti. Yani ayrıcalıklı insan ve sınıf yoktu. Kâbe’nin ve
kutsalın sırtından rant devşirmeye alışmış Mekke kodamanları; tefecilik yaparak, zulmederek, fuhşa zorladığı kadınların
sırtından para kazanarak elde ettikleri servetlerinin ellerinden çıkmasından
korkmuş,“sana inanırsak çölde aç kalırız” diyerek
büyük bir direnç göstermişlerdi. Bu direnişin sembol ismi Ebu Leheb şahsında
diğerlerine iktidarlarının tükendiği şöyle ifade ediliyordu:“Ebu Leheb'in
iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli
bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş
bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek)” (Leheb:
1-5 )
‘Biz mülkü aranızda devridaim ettiririz’. İnsanın mülke ilgisi, onu elinde tutma ve yığma hırsı,
kendisine emanet olarak verilen mülkü sahiplenme aç gözlülüğü, kendi kuyusunu
kendine kazdırır. Mülk, ne zaman birilerinin elinde yığılıysa, diğeri aç ve
açıkta kalmış, bu adaletsiz taksimat, toplumların felaketi olmuştur. Bahçe
sahipleri kıssasındaki ortanca kardeş bunu görmüş, fakat mücadelesini vermekten
geri durmuştu. Helakte ortanca kardeşin ürünün istisna tutulmaması,
mücadelesini vermediğiniz/veremediğiniz, arkasında durmadığınız düşünce/niyet;
sizi, mallarınızı ve evlatlarınızı kurtarmaz mesajıydı. Fiiliyata geçmeyen
sözün anlamı yoktu. Adaletin ve doğruluğun ölçüsünü, çoğunluk değil, Allah’tı
ve bunun mücadelesi, tek başına da olsa verilmeliydi: “Eğer yeryüzündekilerin
çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar.”(6:116)
Mülk üzerinde sadece kendilerinin söz
sahibi olduğunu sanan ve bunu kimse ile paylaşmaya niyeti olmayan kardeşlerin
acınacak durumu şöyle anlatılıyordu: “Biz, bahçe sahiplerine sınadığımız gibi,
onlara da sınarız. Hani onlar, sabah mahsullerini devşireceklerine yemin
etmişlerdi. Onlar istisna da etmiyorlardı. “İnşâallah” demiyorlar ve yoksulların payını ayırmıyorlardı. Fakat
onlar daha uykudayken Rabbinin katından kuşatıcı bir âfet bahçeyi sarıverdi de,
bahçe kapkara kesildi. Onlar, sabah olurken: Madem devşireceksiniz, hadi
erkenden mahsulünüzün başına gidin! Diye birbirlerine seslendiler. Derken:
Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın! Diyerek, güçleri yettiği
halde, onları yardımdan mahrum etmek niyetiyle erkenden yola düştüler. Bahçeyi
gördüklerinde: Mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız! dediler. Yanlış yere gelmediklerini anlayınca
da “doğrusu biz mahrum bırakılmışız!”,İçlerinden
en makul olanı şöyle dedi: Size «Rabbinizi tesbih etsenize» dememiş miydim?
Rabbimizi tesbih ederiz; doğrusu biz kendimize yazık etmişiz, dediler. (Kalem:
17-30)
Vahiy,
zulüm ve aydınlığın yol ayrımında olan insana bir tercih sunar. Fakat dünyanın
ayartıcı ve aldatıcı yüzü, doğru tercih yapmasının önünde en büyük engeldi:“ Fakat
siz ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih
ediyorsunuz."(Ala:16-17)
İnsanın kendi kendine yetebileceğine
vehmetmesi, “kul” oluşa bir hadsizliktir. Servetine güvenip, azgınlık ve arsızlık
yapan, emri altındakilere zulmeden, mal ve iktidarın gücüne yaslanarak,
servetlerini koruma ve meşrulaştırma adına yasalar ihdas eden zalimlere, ‘zor kolaylaştıracaktır’. Artık
iyilik yapmak, onlar için dünyanın en zor işi olacak, “Dilerse Allah’ın doyuracağının biz mi doyuracağız” (Yasin 47)
diyerek, iyiliği enayilik gibi görmeye başlayacaktır: “Artık kim verir ve sakınırsa, en güzeli de
tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız .” Kurtuluşu, mülke tercih eden Ümeyye b. Halef şöyle
uyarılıyordu: “Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar,
en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız. Düştüğü zaman da malı
kendisine fayda sağlamaz.” (Leyl suresi:5-11) Tüm zamanlarda yaşananlar aynı, değişen ise kişilerdi..Üç
beş mutlu azınlığın mutluluğu için kaosa sürüklenen dünyada; hız,haz ve hırs
batağa saplanan insanlık.. Modern insanın hastalığı, depresyon, kaygı ve
stresin daha çok ekonomik refahı yüksek insanlar arasında yaygın olması bunun
göstergesi değil mi.? Mutluluk algısını eşya üzerinden kuran insan, harcadıkça
harcanan bir metaya dönüşmüş, ‘ben kimim’ sorusundan çok, ‘ne derler acaba’
sorusunu sorması, başkalarını beğenisi üzerine kurulan bir hayat tarzını
zorunlu kılmış, zevk, eğlence, haz ve tüketim, moda diye ambalajlanarak, ‘zor
olan’, cehennemin yolu kolaylaştırmıştı.
Bunların örnekleriyle doluydu tarih. Fakat bireyi ve toplumu değiştirecek, hak ve adaleti gözetecek ahlaklı bir
toplumun temellerini atan ayet ve kıssalar, değişim için değil; hayatta
karşılığı olmayan nostaljik hikayelere dönüştüğü için anlam ve içeriğini
kaybediyordu:“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd
kavmine; sütunlar sahibi, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine, vadide
kayalar yontan Semûd’a, kazıklar sahibi Firavun'a! Ki onların hepsi ülkelerinde
azgınlık ettiler. Oralarda kötülüğü çoğalttılar. Bu yüzden Rabbin onların
üstüne azap kamçısı yağdırdı. (Fecr: 6-13)
Dünyevileşme, hak ve adaleti
ortadan kaldırarak, zulme zemin hazırlar. “Malı çok seviyorsunuz.” Servetin
verilişini kendinde olan bir takım özelliklere bağlaması, hikmeti kendinde
görmesi, insanı tuğyana sürükler. Zenginliğin sebebini kendinde görmesi,
varlığın şükrü olan paylaşımı unuttururken, fakirliğin sebebini mazlumun acziyetine
bağlaması zulmü meşrulaştırır. Varlıkla kurduğu bu genetik ilişki, hak ve
adalet terazisinin dengesini bozar. Özelde Fecr suresi, genelde vahyin tümü;
Rabb-insan-mülk ilişkisini belirleyen evrensel ilkeler koyar. Eşrefi mahlûkat olan insanın, istatistiksel
bir değerden başka bir şey ifade etmeyen sürülere dönüştürülmesinin önünde en
büyük engel vahiydir. İnsan,
kazandığını kendinden bilerek şükrünü eda etmez ama elinden alındığı zaman
sızlanmaya, isyan etmeye başlar. Yaşamı, hayatın sahibinden bağımsız düşünmek
insanı, fayda vermeyen büyük bir pişmanlığa sürükler. “ İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip
de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde “Rabbim bana ikram etti” der. Onu
imtihan edip rızkını daralttığında ise “Rabbim beni önemsemedi” der. Hayır!
Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye teşvik etmiyorsunuz.
Haram helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz. O gün cehennem getirilir, insan
yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var! (O zaman) “Keşke bu hayatım için bir
şeyler yapıp gönderseydim!” der.(Fecr 15-25)
‘Sakın yetimi horlama! El açıp isteyeni de
azarlama!’ Sınırlı olan hayatta
sınırsızca biriktiren, fakire vermeyi, yoksulu doyurmayı, malının boşa gitmesi
kabul eden materyalist zihinlere; “hayır! Onlara verdiğiniz ve onlar için
harcadıklarınız boşa gitmez” der. Çünkü İnfak, Rabbe verilen ve
karşılığı kat kat alınan bir borçtur: “O,
seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni
fakir bulup zengin etmedi mi? Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni de sakın azarlama. (Duha 6-11) Mal sevgisi ve nankörlük bir
defa daha vurgulanır: “Rabbine karşı pek nankördür. Buna kendisi de
şahittir ve o, mala aşırı düşkündür.”(Adiyat:6-8)
Yol ayrımıdır, “tekasür” ile “tasadduk” arasında yapılacak tercih. Hayatını
uğruna harcadığı maldan hiçbir şey götüremeyeceğini bir anlayabilseydi. Kazandıklarını kaybetme
korkusuyla “hatırlatmaya” kayıtsız kalanların, kendi varlığını ve
kazandıklarının sebebini, kendisinde görerek, vahye kulaklarını, gözlerini ve
kalbilerini kapayanların unuttuğu tek şey;
‘dünya, ahiretin tarlası’ gerçeğiydi. Ama o tarlayı sahiplenmeye
kalkmış, yığmayı ve yağmayı kar bilmişti:“Çokluk
kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.”(Tekasür1-2)
Sahte dindarlar ya da dinin ritüellerini
yaparak kendini ve insanları kandıranlar, Rabbi’i kandıramayacaktı. Hayatı dine
uydurmak yerine, dini hayata uydurmaya kalkanların yaptığı sadece roldü, sahte
dindarlıktı. Oysa din; açın sofrasına yemek, mazlumun gözyaşlarına
umut, mazlumun feryadına cevaptır:“Dini
yalanlayanı gördün mü? İşte
o, yetimi itip kakar; Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; Yazıklar olsun o
namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır; hayra da mâni olurlar.”(Maun 1-7) Dün sahte dindarlara, zalimlere, “Yuh olsun” diyerek onlara meydan okuyan
bu ayetlerin, bugün mazlumlar, fakirle kurulacak ilişkilerde belirleyici olmak
yerine, sadece dini ritüellerde okunan kutsal metinlere dönüşmesi ilginç ve bir
o kadar acı değil mi? Dünyayı sahiplenip,
yaptığı birkaç ritüelle göz boyamaya, öbür dünyayı kurtarmaya çalışanlara şöyle
sorar: “İnsan, her arzu ettiği şeye sahip mi
olacaktır? Ahiret de, dünya
da Allah'ındır. Gördün mü
arkasını döneni? Azıcık verip sonra vermemekte direneni? Acaba gaybın bilgisi yanında da o mu
görüyor?” (Necm:24-25,33-35)
Allahın
devesiydi Salih (as)ın kavminin imtihanı. Onu boğazlayarak kamuya ait olanı
heder etmenin bedeli ağır ödemişlerdi:“ Semûd kavmi azgınlığı yüzünden
yalanladı.(Deveyi kesmek için) atıldıklarında, Allah'ın Resûlü: “Allah'ın
devesine ve onun su hakkına dokunmayın!” dedi. Ama onlar, onu yalanladılar ve
deveyi kestiler. Rableri günahları sebebiyle onlara büyük bir felâket gönderdi
de hepsini helâk etti!”(Şems:11-14)
Güç ve iktidar sahiplerinin inananlara
yaptığı en vahşi işkencelerden bir dile getirilir. Tarihte birçok defa tekrarlanan
bu vahşet ilk değil, sonda olmayacaktır:“Burçlara
sahip gökyüzüne, geleceği bildirilmiş olan güne tanıklık edene ve edilene
andolsun ki, ateşle dolu hendeğe atılanlar yakılarak öldürüldü. Onları yakanlar
başlarına oturmuş, müminlere yapmakta oldukları işkenceleri seyrediyorlardı.(Büruç:1-7)
Mülk konusunda tecavüzkâr olanların aynı
zamanda kişisel ilişkilerinde ki ölçüsüzlüğü, ahlaki kurallardan yoksunluğu
vurgulanır: “ Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi
âdet edinen herkesin vay haline! O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur.
(O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder.” (Hümeze:1-2)
Ve sanki insanın tüm problemleri ve çözümü
şu ayette özetlenmiştir: “Hayır!
Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, ahireti
bırakıyorsunuz.” (Kıyamet:20-21) (Veli
KURT-23.05.2017)
Yorumlar
Yorum Gönder